Yurtdışı EÄŸitimin Toplumsal Sonuçları

Aynur ErdoÄŸan'ın Yurtdışı EÄŸitim ve Türk ModernleÅŸmesi adlı Doktora Tezinden (Ä°stanbul Ünv.: 2013) kısaltılarak alınmıştır.
Cevdet PaÅŸa’nın Hukuk Mektebi’nin açılışında yaptığı konuÅŸmada öÄŸrencilere hitaben söyledikleri bu baÄŸlamda dönemin zihniyetine dair ipucu vermektedir:
“Tahsil edeceÄŸiniz ilmin kadri pek büyüktür. Biliyorsunuz ki hesap, hendese ve kimya gibi ulumu akliyeyi talim için peygamber gelmedi ama kavanini ÅŸer’iyeyi telkin ve tebliÄŸi için ulülazim peygamberler geldi.”
​
Cevdet PaÅŸa, modern bir hukuk mektebini açarken yaptığı konuÅŸmada hukuk ilmine yüklediÄŸi anlamda geleneksel ilmi anlayıştan bir kopma olmadığı ve modern bilimi geleneksel Ä°slami anlayışla birleÅŸtirdiÄŸi görülmektedir. Bu anlayış çerçevesinde ticaret ve özellikle dış ticaret alanında Avrupa yasalarının alınmasında bir beis görülmemiÅŸtir. Bununla birlikte Arazi Kanunnamesi’nde ve medeni hukukta özellikle Osmanlı’nın deÄŸer yapısını göz önünde tutan yasalar yapmışlardır. Mısır’da Mehmet Ali PaÅŸa’nın Fransız yasalarını doÄŸrudan aldığı dikkate alınırsa Osmanlı’nın özellikle Ä°slam hukukuyla çeliÅŸtiÄŸini düÅŸündükleri alanlarda ÅŸeraiti göz önünde tutarak özgül hukuk telifine gittiÄŸi görülmektedir.
​
Bu hassasiyet eÄŸitim alanında da gözlenmektedir. II. Abdülhamit döneminde Somel’in ifadesi ile “eÄŸitimi güçlendirirken aynı zamanda takvayı muhafaza etme” anlayışı hakim olmuÅŸtur. BeÅŸeri bilimlere dair ders kitapları dine uygunluÄŸu çerçevesinde yeniden düzenlenirken fen ve doÄŸa bilimleri kitapları, Ä°slam’ın akıl ve bilimle çeliÅŸmediÄŸinden hareketle düzenlemenin dışında bırakılmıştır.
​
Bununla birlikte eÄŸitim alnında bu Ä°slam’la modernleÅŸmenin sentezini yapma uygulamasının tam anlamıyla baÅŸarılı olduÄŸu söylenemez. ÖrneÄŸin ahlak kitaplarında Ä°slamiyet’in belirlediÄŸi sosyal deÄŸerler muhafaza edilmiÅŸtir. Özellikle ekonomik alanda yaÅŸanan hızlı modernleÅŸmeyle ortaya çıkan sosyo-ekonomik yapının bu ahlaki deÄŸerlerle baÄŸdaÅŸmadığı açıktır. Bunun sonucu olarak, sosyal alanda Ä°slami ve modern deÄŸerlerin çatıştığı bir ortam oluÅŸtuÄŸu gibi öÄŸrencilerin aldıkları dini eÄŸitimle pozitivist bilimin ilkeleri arasında bocaladığı bir eÄŸitim sistemi ortaya çıkmıştır. Bunun somut örneÄŸi modern okullarda ulemadan öÄŸretmenlerin modern/pozitivist ders müfredatını uygulamak zorunda kalışındaki tutarsızlıkta ortaya çıkmaktadır. Ziya Gökalp (1973: 12) idadi tahsilinde bir taraftan dini ilimleri (Kelam dersleri) öÄŸrenirken diÄŸer taraftan doÄŸa bilimlerini tahsil etmenin kendisinde oluÅŸturduÄŸu çeliÅŸkiyi hikâye ederek “maneviyat bakımından biri müspet, diÄŸeri menfi elektriÄŸe sahip olan bu iki ters cereyan, ruhun boÅŸluÄŸunda her çarpışma oldukça hakikat ÅŸimÅŸekleri yerine, ÅŸüphecilik yıldırımları fırlamaya baÅŸladı” demektedir.
​
ÖÄŸrencilerin yukarıda bahsi geçen sosyal ortamda “enformel kültürel faktörlerin” etkisi altında kalmasının sonucu olarak II. Abdülhamit’in eÄŸitim sistemine ve genel olarak devlet düzenine muhalif bir gençlik ortaya çıkmıştır. Jön Türkler olarak örgütlenen bu muhalefet Abdülhamit dönemi özgül modernleÅŸmesinin iflasını iÅŸaret etmektedir.
​
II. Abdülhamit’in “dindar ve gayretli” gençler ideali ve kimlik kaygıları sadece yurt dışı eÄŸitimlilere yönelik deÄŸildir. Osmanlı okullarında eÄŸitim gören gençlerin okul ortamında dini vecibelere aykırı davranmaları yasaklanırken okul dışında da içki içmek vs. gibi davranışlar okuldan atılmaya kadar varan disiplin cezalarıyla cezalandırılmaktadır.
​
Özellikle Harbiye ve Tıbbiye okullarında örgütlenen muhalefet dikkatlerden kaçmamıştır. Tıbbiye öÄŸrencilerinin aralarında gizli olarak Ä°ttihat ve Terakki Cemiyetini kurmaları da yönetimin bu okullara yönelik tedbirler almasının sebebidir. II. Abdülhamit, 1896 yılında Avrupa’ya tıp öÄŸrenimi için öÄŸrenci göndermenin faydasından çok zararı olduÄŸunu söylemektedir. PadiÅŸah, öÄŸrenci göndermek yerine Avrupa’dan öÄŸretmen getirilerek burada okutulmalarını istemektedir. Bu noktada en çok dikkat çeken husus, PadiÅŸah’ın “zararlı düÅŸüncelerin” giriÅŸ kanalı olarak yurt dışı eÄŸitimi görüyor oluÅŸudur. Avrupa’da eÄŸitim alanlar Osmanlı Devleti’nde dışarıdan gelen zararlı düÅŸüncenin, Avrupai yaÅŸam tarzının, ahlaki bozukluÄŸun müsebbibi olarak görülmektedir.
​
Quartier Latin: ÖÄŸrencilerin Kültür ve Ä°deoloji Habitusu
Avrupa’da eÄŸitim alan öÄŸrenciler, Avrupa bilgi-bilim-tekniÄŸinin dışında yaÅŸam tarzına iliÅŸkin görgü, kültür ve siyasal düÅŸünce ve ideolojisinin de ajanları olmuÅŸlardır. Bunun, Osmanlı modernleÅŸmesinin amaçları bakımından bakıldığında öÄŸrenci gönderme uygulamasının beklenmeyen sonucu olduÄŸu söylenebilir.
​
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Osmanlı idaresi öÄŸrencilerin sosyal etkilenmelerini aza indirebilme amacıyla küçük yaÅŸta öÄŸrenci göndermeme kararı almıştır. Küçük yaÅŸta giden öÄŸrenciler henüz kendi toplumlarının sosyal deÄŸerlerini edinme süreçlerini tamamlamadıkları için Avrupa deÄŸerlerini daha çabuk benimsemekte ve geri döndüklerinde taşıdıkları bu “bagajla” kendi toplumsal deÄŸerlerinin bir sentezini gerçekleÅŸtirememektedirler. Bu sebeple Tanzimat döneminde ortaöÄŸrenim öÄŸrencileri gönderilmezken II. Abdülhamit döneminde hazırlanan nizamnamede öÄŸrencilerin en küçük 20 yaşında olmaları karara baÄŸlanmıştır. Yine aynı kaygılarla II. Abdülhamit öÄŸrencilerin “kısa zaman hariçte bırakmanın çok daha faydalı” olacağını düÅŸünmektedir:
“Almanya’ya yahut Fransa’ya gidecek olan bu gençler Avrupa medeniyetini görmüÅŸ olurlar, ancak lüzumlu ÅŸeyleri öÄŸrenecek kadar vakit bulurlar, fikren ufukları geniÅŸler, lüzumlu bilgiyi elde eder ve yuvalarına getirirler. Kısa zamanda Avrupa medeniyetinin zehiri daha az tesirli olur.”
​
Alınan bu önlemlere raÄŸmen öÄŸrencilerin etki alanlarının Osmanlı idaresinin çizdiÄŸi sınırlarda kalması mümkün olmamıştır. ÖÄŸrenciler Avrupa habitusunda okullarda edindikleri bilginin yanı sıra ve bu bilgiyle birlikte Avrupa sosyal deÄŸerlerinin de ajanları olmuÅŸlardır.
​
19. yüzyıl Avrupa’sının entelektüel hayatına dair yazılanların ortak paydası Paris ve Sorbonne Üniversitesi çevresinde oluÅŸan “mahalle”yi iÅŸaret etmektedir. 19. yüzyılın entelektüalizminin kalbinin attığı “mahalle”: Quartier Latin. Dünyanın dört bir yanından gelen sanatçıların, bilim insanlarının ve en çok öÄŸrencilerin buluÅŸtuÄŸu yer... Bu kozmopolit mahalle, hiç ÅŸüphesiz, özellikle Fransa’nın entelektüellerinden ve bu ülkenin cazibesine kapılarak gelen diÄŸer ülkelerin entelektüellerinden beslenmektedir.
​
Quartier Latin, Saint-Germain ve Saint-Michel caddelerinin kesiÅŸmesiyle oluÅŸan ve içinde birçok üniversite, kolej ve eÄŸitim kurumu barındıran bir mahalledir. “Özgürlükçü, hayalperest öÄŸrencilerin, iÅŸçilerin” gösteri mekânı olmuÅŸtur. Caddelerinin kenarlarında dizili kitapçıları, sanat atölyeleri, tiyatroları, kahvehaneleriyle öÄŸrencilerin okullarından fazla zaman geçireceÄŸi cazip mekanlara sahiptir.”
​
Quartier’nin albenili mekanlarında öÄŸrencileri sadece sefahate çağıran eÄŸlence dünyası yoktur; öÄŸrenciler özellikle bu eÄŸitim “mahallesinin” kahvehanelerinde dünyaca meÅŸhur entelektüellerle de buluÅŸma ve onların sohbetlerinde bulunma imkânı bulmaktadırlar. Quartier Latin, Paris’e giden bütün öÄŸrencilerin farklı düzeylerde parçası oldukları bir habitus oluÅŸturmaktadır.
​
Quartier Latin’in içinde barındırdığı eÄŸitim kurumlarının dışında ev sahipliÄŸi yaptığı sanat, kültür ve eÄŸlence mekanları, öÄŸrencilerin tahsillerinin dışında Avrupa entelektüel hayatının yanı sıra kalburüstü kültürüyle, ideolojisiyle, sosyal yaÅŸamıyla tanışmalarını saÄŸlamaktadır. Quartier Latin Avrupa/Fransa toplumundan yarı özerk bir yapı arz etmekte; duvarları olmayan kapalı bir “kuruma” benzemektedir.
​
Paris’e giden bu öÄŸrenciler, Quartier Latin’de gördükleri ve öÄŸrendiklerini idealize ettikleri Osmanlı devlet ve toplumuna yansıtmaktadırlar.
​
Abdülhak Åžinasi Hisar, kendileri için Paris’in anlamını ÅŸu ÅŸekilde betimlemektedir:
“Yazık ki Paris kelimesinin ÅŸimdi muhayyilemizde bütün manalarıyla canlanabileceÄŸini ümit etmiyorum. Ve bu da insana bütün lügat kitaplarının ve hatta ansiklopedilerin kifayetsizliÄŸini acı acı düÅŸündürüyor. Paris isminin o zamanki genç muhayyilemizdeki manalarını ÅŸimdi size nasıl vermeli? O zamanki hürriyet, ÅŸiir ve sanat aşıklarının üzerindeki füsunlarını nasıl duyurabilmeli? Bu, uçmuÅŸ birtakım rayihaları toplamak istemeye benzer. O zamanlar dünyanın mühim bir kısmı için Paris’in adeta bir mistiÄŸi (vurgu: A.E.) vardı. Bu, nevileri ayrı kıymetlerde, tıpkı dindarların gönüllerini aydınlatan mukaddes ÅŸehirler gibi, Mekke ve Medine gibi, hayalleri nurlara gark eden bir ÅŸehirdi. Ä°nsan orada mutlak bir hürriyet içinde tam bir ÅŸiir ve sanat hayatı yaÅŸar ve yaÅŸadığına kanardı. Zira gördüÄŸümüz maddiyatı hayallerimizin maneviyatı ile yoÄŸurur ve bundan ruhumuzun gıdalandığı bir hamur yaparız. Paris’i aÅŸkını duyduÄŸumuz bir vücut ve bir ruh gibi severdik.”
​
Quartier Latin’in bir eÄŸitim kurumu gibi iÅŸleyen kahvehaneleri Osmanlı öÄŸrencilerinin etkilenme kanallarından biridir. Paris’in kahvehanelerinin tarihi 17. yüzyıla kadar gitmektedir. Le Procope, dünyanın ilk kahvehanesi olarak kabul edilmektedir. KuruluÅŸundan itibaren de ÅŸehrin entelektüellerinin, önde gelen siyasetçilerinin, sanatçılarının bir araya geldiÄŸi bir mekân olagelmiÅŸtir.
​
20. yüzyıla yaklaşılırken öÄŸrenci gönderme uygulamasının tarihi, bir asırlık bir zaman dilimine ulaÅŸmaktadır ve Osmanlı öÄŸrencilerinin en çok gönderildikleri yer olarak Fransa, Paris’te Türk öÄŸrencilerinden oluÅŸan bir sosyal çevre oluÅŸmuÅŸtur. Abdülhak Åžinasi Hisar Quartier Latin’in ana caddesi, Boulevard Saint-Michel üstündeki Soufle ve Vachette’in Türklerin ve özellikle Jön Türklerin barınağı haline geldiÄŸini yazmaktadır. Osmanlı öÄŸrencilerini aynı ortamda ve fakat Fransa koÅŸullarında bir araya getiren bu habitusun zaten yurt dışına II. Abdülhamit’e karşı muhalefet yapmak ve örgütlenmek için giden öÄŸrenciler için bir fırsat sunmuÅŸ olduÄŸu muhakkaktır.
​
ÖÄŸrencilerin Avrupa’nın bilim ve tekniÄŸine dair bilgi ve beceri kazanma süreçlerinde sosyal deÄŸerlerine de “maruz kalmaları”, kuÅŸkusuz, sadece Fransa ve Quariter Latin’e has bir durum deÄŸildir. Nitekim Ä°sviçre’de eÄŸitim alan Tunalı Hilmi Avrupa’da Tahsil isimli risalesinde öÄŸrencilerin genel durumunu deÄŸerlendirerek çoÄŸunun sefahate daldıkları tespitini yapmaktadır. Yazara göre gönderilen 70 öÄŸrenciden sadece ikisi diploma alabilmektedir. Yine Berlin elçisinin Almanya’daki öÄŸrencilerin durumlarına iliÅŸkin verdiÄŸi raporda, öÄŸrencilerin çoÄŸunun “bozguncularla” iliÅŸki kurdukları ve bizzat “zararlı neÅŸriyatta” bulundukları haber verilmektedir.
​
Bununla birlikte 19. yüzyılda dünyanın bütün entelektüellerinin “Mekke”si haline gelen Paris’te Quartier Latin’in bu anlamda özel bir konumu vardır. EÄŸitim kurumlarını içinde barındıran haliyle bir “eÄŸitim mahallesi” sayılabilecek olan Quartier Latin öÄŸrenciler için, kültürel kurumları ve eÄŸlence mekanlarıyla idealize edilen modern hayatın prototipi mesabesindedir.
​
Yurt Dışı EÄŸitime Alternatif Olarak Darülfünun
Yurt dışına gönderilen öÄŸrencilerin Avrupa’da “zararlı fikirlere” kapılmaları Osmanlı yönetiminin öÄŸrencilerin yurtiçinde eÄŸitimlerine yönelik tedbir almalarını hızlandıran bir faktör olmuÅŸtur. ÖÄŸrencilerin modern Osmanlı okullarında, Osmanlı Maarifinin denetiminde öÄŸrenimlerini gerçekleÅŸtirmeleri istenmektedir. Fakat Osmanlı okulları Avrupa’ya öÄŸrenci göndermeyi gerektirmeyecek yetkinlikte mezun verememektedir. Ve ayrıca teknik yüksek okullar açılmış olsa da düÅŸünce üreten üniversite anlamında Darülfünun, yarım yüzyıldır, belli aralıklarla gündeme gelmekte, hayata geçirilmekte ve fakat üniversiteyi ayakta tutacak altyapı çalışmaları tamamlanamadığı için geliÅŸimini sürdürebilecek bir istikrara kavuÅŸamamaktadır.
​
II. Abdülhamit, Osmanlı darülfünunun yeniden ve fakat önceki deneyimlerde olduÄŸu gibi kesintiye uÄŸramadan eÄŸitim hayatına baÅŸlaması için çalışmaları baÅŸlatmak istemiÅŸtir. Sadrazam Said PaÅŸa’dan üniversite ve genel olarak eÄŸitim sistemine iliÅŸkin rapor yazmasını talep etmiÅŸtir. Said PaÅŸa, raporunun başında Alman eÄŸitim sistemini incelediÄŸini ve raporunda buna dayandığını belirtmektedir.
​
PadiÅŸah, Ä°ttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinin Tıbbiyeli olmasından hareketle öncelikle tıp öÄŸrencilerinin geri çağırılmasını istemiÅŸse de çok geçmeden bütün öÄŸrencilerin geri çağırılmasını ve darülfünun hazırlıklarının hızlandırılmasını emretmiÅŸtir. ÖÄŸrencilerin Osmanlı ahlakına, din ve itikadına aykırı davrandıkları gerekçesiyle süratle geri çağırılmaları ve bunun yerine Avrupa’dan ahlakı düzgün hocaların getirilmesi ve öÄŸrencilerin Osmanlı okullarında eÄŸitim almaları II. Abdülhamit’in önceliÄŸidir.
​
Bu çerçevede yurt dışına gönderilen kiÅŸilerin yeniden yurda dönmeleri için maaÅŸları kesilmiÅŸtir.
​
Yeterli sayıda öÄŸretmen temini, okul müfredatının ayarlanması, fiziksel koÅŸulların iyileÅŸtirilmesi gibi hazırlıkların yapılması birkaç yıl daha sürmüÅŸ ve Darülfünun’un açılması 01 Eylül 1900’de gerçekleÅŸmiÅŸtir. Açılan ÅŸubeler:
-
Ulum-ı Aliye-i Diniye (Ä°lahiyat Fakültesi),
-
Ulum-ı Riyaziye (Fen Fakültesi),
-
Edebiyat
Özellikle Darülfünun’un açılmasıyla peyderpey sayıları azaltılan öÄŸrencilerin geri çaÄŸrılmaları ve yeni öÄŸrenci gönderilmemesi yönündeki talep yenilenmiÅŸtir. Sadrazam, dil ve fen tahsili için Avrupa’ya öÄŸrenci göndermenin faydasına iÅŸaret etse de orada bu öÄŸrencilerin ahlaklarının bozulması kârdan çok zarar getirdiÄŸi tespitinde bulunmuÅŸtur. Sadrazama göre Osmanlı’da gerekli okullar açıldığına göre artık öÄŸrencilerin Avrupa’ya gitmelerinin gereÄŸi kalmamıştır. DiÄŸer taraftan Sadrazam, Osmanlı okullarının ders programı, nicelik olarak Avrupa okullarının müfredatından daha iyi olmasına raÄŸmen nitelik olarak bu müfredatı yakalayamadığını söylemektedir. Avrupa’daki özü esas alarak programlar yenilenmeli ve Avrupa’dan öÄŸretmen getirmek suretiyle uygulamanın onda biri masrafla yurtdışına öÄŸrenci göndermeye muhtaç olunmamalı; uygulamaya son verilmelidir. Sadrazama göre, Ä°slam mekteplerinde öÄŸrencilerin eÄŸitilmesi saÄŸlanmalıdır.
​
Yurt dışı eÄŸitim, gerek bilginin toplumsal yüklerinden “arındırılması” mümkün olmadığı için gerekse Avrupa bilgi-bilim-tekniÄŸinin Avrupa’nın sosyal koÅŸulları içinde öÄŸrenilmesinden dolayı, modern bilginin yanı sıra Avrupa’nın sosyal deÄŸerlerinin de taşıyıcısı olmuÅŸtur. Osmanlı idaresi, Osmanlı siyasal ve sosyal düzenine muhalefeti içeren bu “sosyal bagajın” Osmanlı’ya transferini önlemek için bazı önlemler almıştır. Bu doÄŸrultuda öÄŸrencilerin hem “dindar” hem “gayretli” olmasını amaçlayan II. Abdülhamit dönemi özgül modernleÅŸme anlayışı, devletin kendi toplumsal dinamiklerini harekete geçirerek kendi toplumsal deÄŸerleriyle Batı geliÅŸmiÅŸliÄŸini yakalamayı hedeflemiÅŸtir. Yurt dışı eÄŸitimlilerin bu modernleÅŸme anlayışını ne kadar benimsediÄŸi, söz konusu anlayışın baÅŸarı/baÅŸarısızlığı tartışmalarının bir parçasıdır. Dönemin edebi eserlerine yansıyan yurt dışı eÄŸitimlilere yönelik toplumsal algı, bu öÄŸrencilerin modernleÅŸme anlayışlarına ayna tutacaktır.
​

Yeni Aydınlar
Aydın DemirtaÅŸ'ın Sosyolojik Açıdan Türk Üniversite Reformu (Ä°stanbul Ünv.: 2018) adlı Y.Lisans Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
​
Devlet klasik ve modern eÄŸitimi baÅŸlangıçta birlikte ele almayı düÅŸünmüÅŸ ancak modern bilimler özellikle Tanzimat sonrasında ağır basmış, bu eÄŸitimi alan talebeler daha imtiyazlı hale gelmiÅŸ, geleneksel kültür ve Batı bilimi arasında bir fikri sentez, yapıcı entelektüel diyalog oluÅŸmamış ortaya çıkan ikilik Tanzimat sonrasında çatışmaya dönüÅŸmüÅŸtür. Tanzimat Dönemine kadar medreseler eÄŸitimin merkezi önemde kurumlarıyken, Tanzimat’la birlikte yoÄŸunlaÅŸan batılılaÅŸma-yenileÅŸme hareketleri bu kurumları olumsuz yönde etkilemiÅŸtir. Sistem içerisinde gittikçe iÅŸlevsizleÅŸen medrese çökme aÅŸamasına gelmiÅŸtir.
​
Ä°lerde siyasi mücadeleye dönüÅŸecek olan bu çatışmanın ortaya çıkmasında modern bilimlerle tanışma sürecinin başında pozitivist ve materyalist felsefeyle karşılaÅŸmış olmanın da ÅŸüphesiz etkisi vardır. Modern eÄŸitim kurumlarından mezun olanlar yabancı dil bilmenin avantajı ve toplumu deÄŸiÅŸtirme misyonlarının (pozitivizmden edindikleri) motivasyonuyla yönetici kadroları oluÅŸturmaya baÅŸlamışlardı. Fransa ile yoÄŸun iliÅŸkiler içinde olunması, Fransa'dan getirilen subayların, doktorların okullarda ders veriyor olmaları, hatta bazı okulların eÄŸitim dilinin Fransızca olması pozitivizmin etkisini daha da arttırıyordu. Bunu Niyazi Berkes'in modern okullar deyince ilk akla gelenlerden Tıbbiye hakkında yazdıklarından da izleyebiliyoruz: Ä°lk mezunlarını 1843 de veren Tıbbiyede eÄŸitim süresi dokuz yıla çıkarılmıştı. Ä°lk dört yıl hazırlık eÄŸitimi veriliyordu. Hazırlıkta matematik, fen ve Fransızca olarak Fransız edebiyatı okutuluyordu. Hocalar Avrupalı, sonradan Müslüman olmuÅŸ veya yerli gayrimüslimlerdi. Holbach, Diderot, Voltaire, Cabanis, Fenelon gibi yazarların kitapları çok okunuyordu. 1855 de Buchner’in yazdığı “und Stoff’ da Tıbbiyeliler arasında çok meÅŸhurdu. Bu dönemde Tıbbiye bir Fransız ziyaretçi tarafından aşırı materyalist yönelimli bulunmuÅŸtur.
​
Ä°lk aÅŸamasında Tıbbiye doktordan çok yönetim, eÄŸitim, felsefe alanlarında etkin modern kiÅŸiler yetiÅŸtirdi. Tıbbiyenin ve diÄŸer modern okulların ilk mezunları dil bildikleri için özellikle devletin üst kademelerinde, elçiliklerde, hariciyede görevler aldılar.
​
DeÄŸiÅŸimin aktörleri olan modern okul mezunları, mevcut ile yeni olanı uzlaÅŸtırabilecek felsefi derinliÄŸi kazanabilecek eÄŸitim süreçlerinden ve tarihi tecrübelerden yoksundular. Din-bilim çatışmasına dayalı bir algılama çerçevesi de bu sırada oluÅŸtu.
​
Tanzimat’ın ilanıyla baÅŸlayan deÄŸiÅŸim ve yenileÅŸme faaliyetlerinden sonra, artık geleneksel kurumlar olan medreseler ve tabii olarak Ä°slam Hukuku, sistemdeki yerini kaybetti. Avrupa'daki okulları örnek alan yeni okullarda seküler zihniyete sahip asker- bürokrat bir elit yetiÅŸmeye baÅŸladı. Devlet tercihini bu yeni okullar lehine kullandı. Bu aynı zamanda seçkinlerin deÄŸiÅŸimi demekti.
​
Batıcılar bu müesseselerin gericilik, cahillik ve asker kaçaklarının ocakları haline geldikleri gerekçesiyle derhal kapatılmasını istiyorlardı. Ziya Gökalp gibi Türkçüler ise medresenin EÄŸitim Bakanlığına baÄŸlı birer orta öÄŸretim kurumu haline çevrilmesini, yüksek öÄŸretim veren medreselerin de iÅŸlevlerinin sona erdirilip Ä°stanbul Üniversitesi’nin Ulum-ı Åžeriye Åžubesine baÄŸlanmasını savunuyordu. Dinin uhrevi hayatla sınırlandırılmasını, dünya iÅŸlerinden uzaklaÅŸtırılmasını teklif eden Gökalp, dini kurumların sadece uhrevi gayelere hizmet etmesine izin verilmesini istiyordu...1916 yılında yapılan son kongresinde Ä°ttihat ve Terakki Partisi Ziya Gökalp'in önerileri doÄŸrultusunda kararlar aldı. Buna göre MeÅŸihat, yargı yetkisinden arındırılacak, bütün medreseler ve Evkaf Nezaretine baÄŸlı bütün okullar da Maarif Nezaretine devredilecekti. Bütün bu çabalar, ulemanın kamu ve toplumsal hayattaki etki ve yetkilerinin tamamen sona erdirilmesi demekti.
​
Kurulması Tanzimat’la birlikte gündeme gelen, uzun bir hazırlık dönemi geçirerek birkaç kez açılıp kapanan ve 1900 yılından beri kesintisiz olarak varlığını sürdüren Darülfünun, Osmanlının geleneksel yüksek öÄŸretim kurumları olan medreseler yetersiz görüldüÄŸü için Batı üniversitelerinden örnek alınarak oluÅŸturulmuÅŸ modern bir kurumdu. Kaçınılmaz olarak buradaki öÄŸretim üyeleri ya Avrupa'da eÄŸitim almıştı ya Avrupalıydı, ya da 18. yüzyılın baÅŸlarından itibaren kurulan modern eÄŸitim kurumlarının mezunlarıydı.
​
Ä°lk giriÅŸimlerden baÅŸlayarak, 1933’te Ä°stanbul Üniversitesi kurulana kadar açılıp kapanan, deÄŸiÅŸiklikler geçiren Darülfünunun biçimlenmesinde özellikle Fransa'nın model olduÄŸu açıktır. Çünkü hem yabancı hocalar oradan getirilmekte hem de dönüÅŸte öÄŸretim görevlisi olmak için talebeler bu ülkeye gönderilmekteydi. Bu da milli üniversite modelinin ve Fransız Devriminin sosyal-siyasal düzen ideallerinin ülkeye giriÅŸi demekti.
​
Bürokrat-Aydın KaynaÅŸması
Aydın DemirtaÅŸ'ın Darü'l Fünun'dan Üniversiteye ÖÄŸretim Üyelerinin Toplumsal Profilleri (Ä°stanbul Ünv.: 2018) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
Tanzimat’tan itibaren yöneten konumundaki sivil ve askeri bürokrasiyle çoÄŸu zaman iç içe geçmiÅŸ bir aydınlar zümresi mevcut olmuÅŸtur. Aynı okullarda benzer eÄŸitim süreçlerinden geçmiÅŸ bu kiÅŸilerin birçoÄŸu hayatlarına memur olarak baÅŸlamış, öÄŸretmenlik-hocalık yapmış, üst düzey idari mevkilerde, milletvekilliÄŸi gibi siyasi pozisyonlarda bulunmuÅŸtur. Memur aydını, sivil ve askeri bürokrasiden kolayca ayırmak mümkün deÄŸildir. Üniversite hocaları da bu aydın zümrenin en etkili kısmını oluÅŸturmuÅŸtur. Ülkenin ilk ve uzun yıllar tek üniversitesi olan Ä°stanbul Üniversitesi uzun yıllar boyunca bürokraside, politikada, iÅŸ dünyasında, akademide, sanat ve kültür alanında en üst pozisyonlarda yer alacak olan seçkinleri yetiÅŸtirmiÅŸtir. Ä°lk dönem üniversite hocalarının büyük çoÄŸunluÄŸu üniversitede ders vermenin yanında valilik, büyükelçilik, müsteÅŸarlık vb. deÄŸiÅŸik devlet kurumlarında yöneticilik gibi görevlerde bulunmuÅŸtur.
​
Erol Güngör Cumhuriyet bürokrasisinin Osmanlıdan farklı olarak yönetici seçkin pozisyonunda olduÄŸunu vurgular.
“Cumhuriyet bürokrasisi imparatorluktan devralınmıştı; fakat bu bürokrasi on yıllık bir harpten sonra kolunu kıpırdatamayacak hale gelmiÅŸ yorgun ve yoksul bir milletin nüfuzlu idarecileri durumuna geçmiÅŸti.”
​
Güngör, ayrı bir sınıf telakki ettiÄŸi aydın kesimin bürokratik seçkinlerin bir parçası olarak toplumdan kopuk olduÄŸunu belirtir:
“Türkiye’nin tek partili cumhuriyet devrinde münevver tabakanın bir araya geldiÄŸi yerler birkaç çatı altına inhisar etmiÅŸti: Üniversite, Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Parti, Meclis ve büyük ÅŸehirlerde çok sayıda devlet memuru istihdam eden devlet daireleri. Üniversitede muhtariyet olmadığı için bu müessese hükümetin, dolayısiyle partinin kontrolü altındaydı. Tarih ve Dil kurumları ise partinin hem maddi hem de ideolojik kontrolü altındaydı. Münevver tabaka büyük çoÄŸunluÄŸuyla bir bürokratik seçkin olarak devam ediyordu ve bunlarla halk arasında açık hatta kesin farklar bulunduÄŸu görülmekteydi. Türkiye’de münevver zümre, Ä°kinci Dünya Harbi’ne kadar, devlet kadrolarını dolduran bir bürokratik seçkin olarak karşımıza çıkmaktadır.”
​
Ülgener çoÄŸunluÄŸu devlet bursuyla yurt dışında okumuÅŸ, yönetici bürokratik seçkin durumundaki bu münevver zümreyi ‘devletli aydını’ olarak adlandırır.
​
Yöneten ve yönetilen ayrımı modern okulların kurulmasıyla farklı bir muhteva kazanarak devam etti. Modern eÄŸitim almış seçkinlerden oluÅŸan ordu, yargı kurumları ve üniversite siyasi iktidarı etkileyip, yönlendirebiliyordu.
​
EÄŸitimli insanların yüksek statü sahibi olmasını etkileyen bir diÄŸer faktör de Osmanlıda Fransız etkisinin yoÄŸunluÄŸudur. Fransa'da Anglo-Sakson dünyaya göre aydınların statü onuru daha yüksektir. Aron'a göre Fransız aydını Ä°ngiliz, Alman ve ABD aydınına göre daha saygındır. Fransız aydınları siyasal yaÅŸamın idari, pratik yönleriyle ilgilenmezler, toplumu daha köktenci eleÅŸtirirler. Fransa’da memur hukuk karşısında idare tarafından korunur, kamu hizmetkarı deÄŸil kamu yetkilisi olarak görülür ve kendisini entelektüel addeder.
​
Aydınlarımızın Fransız tipi seçkinci entelektüele daha yakın olduÄŸunu gözlemlediÄŸimiz birçok örnek vardır. Tipik Alman entelektüel orta düzey devlet memuru pozisyonunda bir üniversite hocasıyken, Fransız entelektüel iktidarın koridorlarında gezinen ama bir yandan da devrimci potansiyel taşıyan bir kültürel seçkindir. Alman entelektüel sistematik, bilimsel ve kılı kırk yarmaya meyyalken, Fransız aydını bilime olduÄŸu kadar siyasal tartışmalara heveslidir, kendisi de dahil olmak üzere her ÅŸeyi şık bir üslupla eleÅŸtirip, sorgulamada maharetli bir hatip ve yazardır.

Medrese Tahsilinin Mektep Karşısındaki Üstün Yönleri
Prof. Dr.Murat Akgündüz'ün Osmanlı Medreseleri (Beyan: 2012) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Bilinen kanaatin aksine yeni kurulan mektepler karşısında medrese tahsilinin üstün olduÄŸu yönler, eÄŸittikleri nesillerin mukayesesiyle zaman içinde anlaşılmıştı. Yeni açılan bütün mektepler sistemsiz ve plansız bir ÅŸekilde kurulduÄŸundan dolayı memleketin ihtiyacını karşılayacak bir mahiyete sahip deÄŸildi. Mektepler kendilerinden bekleneni veremedikleri için medreseye olan üstünlüÄŸünü gösteremiyordu.
​
Medrese tahsilinin mektep karşısındaki üstün yönlerini kendi bakış açısıyla dile getiren Muallim Cevdet, medreseyi savunma gayesiyle yazdığı “Hayati Ä°htiyaçlar Karşısında Medrese ve Mektep” adlı makalesinde, medreselerin hayatın ihtiyaçlarına uymadığı ve milli ÅŸuuru yok ettiÄŸi ÅŸeklindeki yanlış hükümlerin dört sınıftan geldiÄŸini söyler. Bunlar dinsizler, ifrata sapan dindarlar, halis medreseliler ve mekteplilerdir. Bu yanlış hükümlerin aksine Türkçeyi tekkelerle el ele vererek koruyan ve bütün Ä°slami ilimleri halkın anlayacağı bir dille yazan yine medrese camiasıdır. Ayrıca devlet dairelerinde Türk dilini kullananlar ekseriyetle medreseden yetiÅŸen katiplerdir.
​
Hayatın zorluklarına katlanma ve kendi iÅŸini görme bakımından da medreseliler mekteplilerden üstündür. Çünkü bir medrese talebesi yemeÄŸini piÅŸirir, odasını ısıtır, elbiselerini yıkar ve en uzak ÅŸehirlerden sırf tahsil için Ä°stanbul’a gelmekten kaçınmaz. Halbuki mektep talebesi belli bir mekân içinde kapalı kalır ve medrese talebesinin cer mevsiminde yaptığı gibi daÄŸ-tepe dolaÅŸamaz.
​
Medrese derslerinde hiçbir müderris diÄŸer dersin kıymetini düÅŸürecek bir söz söylemezdi. Yani medreselerde terbiyede vahdet esası hakimdi. Fakat mekteplerde bir yandan din dersleri görülürken, tabiiyyat dersinde talebelere inançsızlığı aşılayan fikirler anlatılabilmiÅŸti. Medrese talebeleri ruhen mesud ve hayatın ÅŸiddetlerine mukavemet kazandıran bir imanla yetiÅŸirken, mekteplilerden bazıları daha önce zikrettiÄŸimiz Ziya Gökalp örneÄŸinde olduÄŸu gibi bir ikiliÄŸe düÅŸebilirdi.
​
Halka yakınlık açısından da medreselilerin mekteplilerden çok ileri olduÄŸu bilinen bir gerçektir. Çünkü medrese talebeleri her sene üç aylar baÅŸlamadan önce Ä°stanbul’dan Anadolu ve Rumeli’nin muhtelif köyleri ile Kafkasya’ya kadar yayılarak halkı bilgilendirirlerdi. Onlarla irtibat kurmak için de konuÅŸtukları lehçeleriyle beraber örf ve adetlerini öÄŸrenirlerdi. Bu yönden, medrese talebeleri halk ile daha fazla temasta bulundukları için mekteplilere göre daha rahat bir konumda bulunuyorlardı.
​
Devlet hizmeti için gerekli olan memurları yetiÅŸtirme hususunda da medreselerin mekteplerden geride kalmadığı bilinmelidir. Zira medreseler devletten gerekli desteÄŸi görmedikleri halde, en azından din ilimlerde bizi dışarıya muhtaç bırakmayacak alimler yetiÅŸtirmiÅŸlerdi. MeÅŸihat teÅŸkilatına memur, vilayetlere kadı, köy ve kasabalara varıncaya kadar bütün mekteplere muallim yetiÅŸtiren yine medreselerdi.
​
Bu hususu en iyi anlayanlardan biri olan Namık Kemal, tahsili düzenli olmadığı ve raÄŸbet edilmediÄŸi halde medresenin en çok devletin iÅŸine yarayan adam yetiÅŸtirdiÄŸini itiraf etmiÅŸti. Müderrislerin mevcut devlet memurlarıyla karşılaÅŸtırıldığında en bilgili ÅŸahıslar olduÄŸunu da ÅŸu sözlerle ifade etmiÅŸti:
“Bizim lisanımıza virdolmuÅŸ; hocalar mutaassıp, hocalar Arabi ile ifna-yı ömr eder, yine bir ÅŸey anlamaz, hocaların okuduÄŸu ÅŸeyde dünyaya yarar ne var? der dururuz. Pek güzel, biz ne biliriz? Bizim bildiÄŸimiz ÅŸeylerden dünyaya yarar ne var? Hocaların elinde bugün fıkıh var ki Bab-ı Alice malumat sayılan dört buçuk Fransızca sohbet ve o mübarek kitabet, yanında zerre bile deÄŸildir. Vükelamızın en malumatlısına müracaat olunsun; mesela usül-i meÅŸveret gibi devletin esbab-ı hayatiyesinden ma'düd olan bir mesele hakkında en edna bir müderris kadar beyan-ı rey edemez. Çünkü biri karihadan söyleyecek, öteki sözünü kaideye tatbik edecek.”
​
Görülüyor ki, XIX. asırda devrin aydınları ne kadar medreseleri eleÅŸtirseler de mevcut mektepler yanında bu kadim müessesenin yine de iyi bir tahsil verdiÄŸini açıkça söylemekten kaçınmamışlardı. Bunun için, medrese tahsilinde sıkı çalışmaya alışmış bir talebenin, mektebe geçtiÄŸinde çoÄŸunlukla sınıfının birincisi olduÄŸu görülmüÅŸtü.
​
Medrese tahsilinin en büyük faydası, her konuda hemen tasdik veya inkara sapmak yerine kitaplardan araÅŸtırmaya teÅŸvik etmesiydi. Böylece medrese mezunu bir kiÅŸi, sıkı çalıştığı zaman her ilimde meleke sahibi olabilirdi. Nitekim Cumhuriyet dönemi tarihçilerinden Mükrimin Halil Yinanç, Tanzimat’tan MeÅŸrutiyet’e kadarki tarihçiliÄŸi incelerken, Cevdet PaÅŸa ve Mehmed Zihni Efendi gibi medreseden yetiÅŸen zevatın bilgi ve zihniyetleri eski olsa da sistemli ve esaslı bir tahsil gördüklerini zikreder. Ayrıca bunlar eser telifini bildikleri, kaynakları kullanabildikleri ve eski Åžark dillerine vakıf oldukları için anlatıma dayalı bir tarihçilik yapabildikleri halde, yeni mekteplerden yetiÅŸenlerin tahsillerinin zayıflığı yüzünden bu özelliklere sahip olmadıklarını nazara verir.
​
Ahmet Haindi Tanpınar da Cevdet PaÅŸa’nın devrin en mütekamil tahsili olan medreseden geldiÄŸi için, SkolastiÄŸin en iyi tarafı sayılan ve iÅŸe kelimenin manasını öÄŸrenmekle baÅŸlayan sabırlı bir çalışma ile yetiÅŸtiÄŸini belirtmiÅŸti. Bu yönden, medrese tahsilinin en çok tenkit edilen yönü olan Skolastik anlayış bile talebeyi sıkı çalışmaya sevk ettiÄŸinden dolayı faydalı görülmüÅŸtü. Bu sıkı çalışmanın bir neticesini bizzat müÅŸahede eden Halit Ziya UÅŸaklıgil, Ä°zmir’de karşılaÅŸtığı medrese talebesi Fevzi Efendi’nin, bir demiryolu memurundan öÄŸrendiÄŸi Fransızcayı çok güzel bir ÅŸekilde konuÅŸmasına hayran kalmıştı.
​
II. MeÅŸrutiyet devrinde Aydın mebusluÄŸu yapan Ubeydullah Efendi, 1908’den 25 sene önce yüksek okullara girenlerin yüzde sekseninin medrese çıkışlı olduÄŸunu, münevverlerin de yüzde altmış-yetmiÅŸlik bir kısmının medreseden yetiÅŸtiÄŸini ifade etmiÅŸti.
​
Son Åžeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi ise, HaÅŸim Nahid Bey ve Kazanlı Musa Carullah (1875-1949)’ın medreseler hakkındaki ağır tenkitlerine cevap verirken, Anadolu’nun saf ve fakir Türk çocuklarının okuduÄŸu bu müesseselerde, yarım asırdır hükümetlerin ihmaline raÄŸmen “hüda-yı nabit” bir ÅŸekilde kendini yetiÅŸtiren isimlerin çıktığını zikretmiÅŸti. Bu durumu da kendince ilmiye mesleÄŸinin kudsiyetindeki mucizevi feyze baÄŸlamıştı.
​
Meseleye aynı açıdan bakan Mehmed Akif de çaresiz ve sahipsiz kalan medreselerin hiç olmazsa halkın din hizmetlerini karşılayan imam, hatip, vaiz ve kadı yetiÅŸtirdiÄŸini, ama bir sürü yeni mektebin fen ve teknik konularında bizi Avrupa’ya muhtaç olmaktan kurtaramadığını ÅŸiirlerinde ifade etmiÅŸti.
​
Medreseler, devlet tarafından gerekli desteÄŸi görmediÄŸi halde, her türlü masraf harcanarak yapılan mekteplerin verdiÄŸi eÄŸitimi bazı yönlerden geçebilmiÅŸti. Çünkü bu müessese, asırlara dayanan bir tarihi geçmiÅŸe sahipken, yeni mektepler Avrupa’ya hemen ayak uydurma telaşıyla aceleci bir ÅŸekilde açılmışlardı. Böyle olunca da mektepler, kendilerinden beklenilen amaçlan yerine getirememiÅŸlerdi. Halkın samimi bir ÅŸekilde baÄŸlı olduÄŸu ve kendine daha yakın gördüÄŸü medreseler karşısında mektepler, Ä°lmi ve fikri açıdan üstünlüklerini kabul ettirememiÅŸlerdi. Belki de mektepler üzerinde medresenin tesiri hala devam ettiÄŸi için tam manasıyla yeni bir eÄŸitim kurumu olamamışlardı. Medrese derslerine benzer konulan yine “müderris” veya “dersiam” sıfatını taşıyan hocalardan gören bir mektep talebesi, elbette eski gelenekten kopmayan bir zihin yapısına sahip olacaktı.