top of page
Modern Üniversitelerin DoÄŸuÅŸu
Seta1.jpg

Talip Küçükcan ve Bekir S. Gür'ün Türkiye’de Yüksek ÖÄŸretim (Seta: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Üniversiteler, genel olarak, 18. yüzyıla kadar eski metinlere baÄŸlı eÄŸitim vermekle ve kendileri dışında ortaya çıkmış yeniliklerden habersiz olmakla ya da bunlardan geç bir ÅŸekilde haberdar olmakla eleÅŸtirilmiÅŸlerdir. 
​

Her ne kadar üniversite çok eski bir kurum olsa da bilinen haliyle üniversitenin araÅŸtırma yönü nispeten yenidir. Orta ÇaÄŸ boyunca üniversite, temelde geçmiÅŸten gelen bilgilerin öÄŸrencilere aktarıldığı bir kurumdur. 19. yüzyıldan itibaren ise üniversite, daha çok araÅŸtırma yönelimli bir kurum olma iddiasındadır. Dolayısıyla Orta ÇaÄŸ kurumlarından ziyade, özellikle 19. yüzyılın sonlarına doÄŸru ortaya çıkan araÅŸtırma yönelimli üniversiteler günümüzde bilinen haliyle üniversitelerin atası olarak kabul edilmektedir.

tanertimur.jpg

Prof. Dr.Taner Timur'un Toplumsal DeÄŸiÅŸim ve Üniversiteler (İmge: 2000) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Fransız Devrimi ve Modem Üniversitelerin DoÄŸuÅŸu

Fransız Devrimi, toplumsal hayatın her kesiminde olduÄŸu gibi, bilim ve eÄŸitim hayatında da bir kesinti yarattı. İhtilal, Eski Rejim’in tüm aracı kuruluÅŸlarına ve loncalarına saldırırken, üniversiteleri de ihmal etmedi. Ve sadece üniversiteleri deÄŸil, Aydınlama’nın ünlü akademilerini de hizaya getirdi. Artık dini bir dogma statüsü kazanmış olan eÅŸitlik ilkesi tüm bilim ve eÄŸitim alanına egemen olacaktı. 

​

Cumhuriyeti ilan eden Konvansiyon ise, 15 Eylül 1793 kararnamesi ile üniversiteleri ilga etti. Aristokrasi düÅŸmanlığının kol gezdiÄŸi bir ortamda, aristokratik ruhlu üniversitelere yer yoktu. 

​

Yeni Üniversite Modeli

Fransa'da İhtilal sırasında mevcut olan yirmi iki ortaçaÄŸ üniversitesi 1793'te Jakobenler tarafından ortadan kaldırılmışlardı. Napolyon Bonapart ise 1806'da Emperyal Üniversiteyi kurmuÅŸ, 1808'de de tüm eÄŸitimi üniversite liderliÄŸinde birleÅŸtirmiÅŸti. Napolyon'un maÄŸlubiyetinden sonra, 1815'de, tek üniversite 17 bölgesel üniversiteye bölündü ve mali sıkıntılar yüzünden bir kısmı da kapatıldı. Artık Fransa'da üniversitelerden çok, birçok izole fakülteden söz edilebilirdi. 

​

1789-1799 yılları arasında Fransa'da eÄŸitim ve öÄŸretim peyzajı tamamen deÄŸiÅŸti. Bilim ve araÅŸtırma, günümüzde de ününü sürdüren Yüksek Okullar çerçevesinde örgütlendiler. Ayrıca bilim dünyası araÅŸtırma kolaylıklarıyla, laboratuvarlarla ve maddi olanaklarla donatıldı. "Artık, hiç olmazsa bazıları için, toplumda bilim yaparak itibarlı bir yer tutmak ve aynı zamanda zengin olmak mümkün hale gelmiÅŸti." Kısaca, bilim burjuvazinin emrine girmiÅŸti.

​

Yeni Üniversite 10 Mayıs 1806 kanunuyla kuruldu. Napolyon Bonapart son derece pragmatik amaçlarla bu yeni örgütlenmeye gitmiÅŸti. Bu kurumdan "çok ÅŸey bilen insanların deÄŸil, imparatorluÄŸun iyi iÅŸlemesi için gerekli askeri ve sivil mevkileri dolduracak yetenekli insanların" çıkmasını bekliyordu. Yeni üniversite, Almanya'daki gibi öÄŸreten bilim kurumu deÄŸil, öÄŸreten devlet kurumu olmalıydı. 

​

Emperyal üniversite ilhamını geniÅŸ ölçüde Cizvit kolejlerinden aldı. Temel ilkesi sadakatti ve öÄŸretim üyeleri, biçimi akademik derecelere göre deÄŸiÅŸen üniformalar (cüppeler) taşıyorlardı. Bununla da kalınmamış, öÄŸretim üyelerinin sadakatleri resmiyete baÄŸlanmıştı. "İstiyorum ki," diyordu imparator, "öÄŸretim üyeleri, eskiden olduÄŸu gibi dini otorite karşısında deÄŸil; fakat, noter, sulh yargıcı, vali ya da baÅŸka bir yetkili karşısında bir taahhüt imzalasınlar." 

​

Böyle bir model elbette ki modern üniversitelerin kökeni olarak kabul edilemezdi. Bu yüzdendir ki bugün modern üniversitelerin kaynağı baÅŸka bir modelde, Alman Üniversitesi modelinde aranmaktadır. Genel olarak çaÄŸdaÅŸ üniversitenin, bir ideal olarak, Fransız Devrimi'nin ve Napolyon SavaÅŸlarının etkisiyle ÅŸekillenen Almanya'nın ürünü olduÄŸu kabul edilmektedir. 

​

Fransa: Cumhuriyetçilik ve Pozitivist Üniversite

Fransa'da yüksek öÄŸretimle iliÅŸkili geliÅŸmelerin daha sonraki halkası 1848 devriminin sonucu olarak belirdi. Ayaklanma, sonunda kanlı bir ÅŸekilde bastırılmış olsa bile ülkede esen özgürlük rüzgârları eÄŸitimle ilgili yeni geliÅŸmelere yol açmıştı. Bu baÄŸlamda 1850'de kabul edilen ve EÄŸitim Bakanı Falloux'un adıyla anılan kanun yüksek öÄŸretimin özgür olacağını ifade ediyor, fakat bunun mekanizmalarını düzenlemiyordu. Zaten çok geçmeden III. Napolyon'un darbesi özgürlük dalgasını durdurdu. 

​

Dönemin sonlarına doÄŸru baÅŸka liberal bir EÄŸitim Bakanı, V. Duruy zamanında üniversite sorunu tekrar gündeme geldi. Osmanlı Devleti'nde de Galatasaray'ın açılmasına ön ayak olan V. Duruy'nin en ünlü reformu 1868'de Yüksek Etüdler Pratik Okulunu açmak olmuÅŸtu. Fakat Fransa'da daha da köklü bir üniversite reformu Louis Bonaparte'ın düÅŸmesinden ve III. Cumhuriyet'in ilan edilmesinde sonra baÅŸlatıldı. 

​

Yeni üniversitenin inÅŸasına, ancak 1885'te (1901'de tamamlanmak üzere) baÅŸlandı. 25 Temmuz 1885 Kararnamesi üniversiteyi tüzel kiÅŸilikle donatıyor ve böylece her türlü yardım, vakıf ve miras yoluyla yapılan bağışlara kapıları açıyordu. Aynı yıl sonunda çıkarılan baÅŸka bir kararname ile de özerkliÄŸi artırıcı bir biçimde, her fakülte kurulunun seçtiÄŸi ve bakan tarafından tayin edilen bir dekanlık görevi yaratılıyordu. Dekan hem fakülte tüzel kiÅŸiliÄŸinin temsilcisi hem de merkezi otoritenin ajanı olacaktı. Fransız üniversitesinde üçüncü reform 1896 yılında yapılmıştır. 

​

Fransız üniversitelerinde 1968 reformuna kadar önemli bir deÄŸiÅŸiklik olmamıştır. 

​

Fransa'da III. Cumhuriyet'e pozitivist felsefe damgasını vurmuÅŸtur. Gerçekten bu dönemde pozitivizm, "Cumhuriyet'in resmi ideolojisi" adıyla anılacak kadar güçlüydü. Böylece modern Alman üniversitesi nasıl "idealist" bir felsefeyle kurulduysa, modern Fransız üniversitesi de "pozitivist" bir felsefeye oturtulmuÅŸtur. 

​

Modern Türk öÄŸretim tarihi Fransız sisteminin soluk bir kopyasıdır.

tanertimur.jpg

Prof. Dr.Taner Timur'un Toplumsal DeÄŸiÅŸim ve Üniversiteler (İmge: 2000) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Alman Üniversite Modeli

XIX. Yüzyılın ikinci yarısı Batı'da kapitalizmin hızla geliÅŸtiÄŸi ve hemen tüm Avrupa'da egemen üretim biçimi haline geldiÄŸi bir dönemdir. Üniversiteler de bu geliÅŸmelerden nasiplerini almışlardır. 

​

Almanya'nın sanayileÅŸme sürecinde geri kalmış olması ve kısa sürede sömürgeci bir niteliÄŸe dönüÅŸen Napolyon SavaÅŸları sırasında ve ertesinde Fransa baskısının Alman halkında yarattığı eziklik duygusu geliyordu.

​

EÄŸitimin GeleceÄŸi, Üniversitelerin ve EÄŸitimin DeÄŸiÅŸen Paradigması (Komisyon, Sabancı:2003) adlı kitaptan  kısaltılarak alınmıştır.

Alman Üniversite Modelinin OluÅŸtuÄŸu Toplumsal Åžartlar
Fransa, savaÅŸlarda da üstün konumdaydı: Napolyon orduları, Prusya Krallığını ağır bir yenilgiye uÄŸratmıştı ve Fransızlar hem Prusya topraklarını iÅŸgal etmiÅŸler hem Prusya devletini Fransa’ya çok ağır bir tazminat ödemeye zorlamışlar hem de halkın, deÄŸersiz kâğıt para karşılığında “son çay kaşığına kadar” bütün gümüÅŸ, altın ve mücevherlerini kendilerine devretmesini emretmiÅŸlerdi. Bu durum, elbette, Prusya için çok onur kırıcı, çok büyük bir darbeydi.
​

Ancak böylesine ağır bir yenilgi ve aÅŸağılanmayı, Prusya devleti, kendi kendini eleÅŸtirel biçimde sorgulayarak ve kendi devlet ve eÄŸitim sisteminde bir deÄŸiÅŸikliÄŸe gidilmesinin gerekli olduÄŸu bilincine vararak hem Almanya’nın hem de genel olarak insanlığın kalıcı bir zaferine dönüÅŸtürmeyi bildi: Prusya, eÄŸitim sistemini kökten yenilemeye karar verdi.

​

Seta1.jpg

Talip Küçükcan ve Bekir S. Gür'ün Türkiye’de Yüksek ÖÄŸretim (Seta: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Modern üniversite denilince, temelde Alman idealistlerin kurduÄŸu ve Wilhelm von Humbolt’un Berlin Üniversitesinde kurumsallaÅŸtırdığı Alman (Humbolt) modeli öne çıkmaktadır. 1810 yılında kurulan ve modern araÅŸtırma üniversitesinin ilk örneÄŸi sayılan Berlin Üniversitesi, yüzyılın sonlarına doÄŸru ve 20. yüzyılda, Japonya’dan Amerika BirleÅŸik Devletleri’ne kadar birçok ülkede sayısız üniversitenin modeli haline gelmiÅŸtir. 

​

Modern üniversite üç fikir (idea) etrafında ÅŸekillenmiÅŸtir diyebiliriz: Kantçı akıl kavramı, Humboltçu milli kültür kavramı ve son dönemlerde özellikle Amerika’da ve Amerika’nın etkisindeki ülkelerde öne çıkan teknobürokratik mükemmeliyet nosyonu. Kant’a göre üniversite denen kurumun bütün etkinlikleri, tek bir düzenleyici fikir etrafında örgütlenmiÅŸtir ve bu fikir akıldır. 

​

1810 yılında Berlin Üniversitesinin kurulması da devrindeki toplumsal ve siyasal dönüÅŸümlerle oldukça ilgilidir. Berlin Üniversitesi, Napolyon’a karşı yenilen ve toprakları iÅŸgal edilen Almanların milli reformlara giriÅŸmelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu üniversite, yeni bir siyasi ortamda, askeri yenilgi sonrası tahrip olmuÅŸ milli kültürü yenileme çabasının bir parçasıdır. İşgal sonrası bir grup Alman reformcu, arkalarına Hegel, Fichte ve Schleiermacher gibi filozofları da alarak, üniversiteyi yenilemeye giriÅŸtiler. Bu yeni kurum, öÄŸrenme ve öÄŸretmenin ideal merkezi olacak ve aynı zamanda özerk olacaktı. Bu kurumda öÄŸrenciler dar uzmanlaÅŸmadan kaçınacaklardı. Berlin Üniversitesinin planını 1809 yazında çizen Wilhelm von Humboldt, siyasî becerilerini kullanarak yeni üniversitenin kurulması için kraliyet onayını aldı.

​

EÄŸitimin GeleceÄŸi, Üniversitelerin ve EÄŸitimin DeÄŸiÅŸen Paradigması (Komisyon, Sabancı:2003) adlı kitaptan  kısaltılarak alınmıştır.

Humboldt

Wilhelm von Humboldt’tan Prusya hükümeti, reform iÅŸini üstlenmesini istedi. 

​

Wilhelm von Flumboldt hem dilbilimci hem felsefe, edebiyat ve tarih konusunda uzman; hem de pek çok vesilede Prusya hükümetini temsil etmiÅŸ bir diplomat ve devlet adamıydı. Aralarında Yunanca, İspanyolca, Aztek dili, Sanskritçe, Çince, Japonca, kızılderili dillerinin bazıları, Bask dili olmak üzere 30 dili, her biri üzerinde gramer kitapları yazacak kadar iyi biliyordu. Von Humboldt, sadece dil üzerinde deÄŸil, Sokrat ve Eflâtun’dan din meselelerine, cinsiyet farklılıklarının tabiat üzerindeki etkilerinden edebiyata, ÅŸiire, ceza hukukuna kadar çok geniÅŸ bir konu yelpazesi içinde, her biri kendi içinde önemli ve günümüzde bile deÄŸer taşıyan pek çok makale ve kitap yazmış bir düÅŸünürdü. 

​

Prusya devleti kendisini kültür ve eÄŸitim iÅŸlerinden sorumlu bölümün başına getirerek eÄŸitim sistemini yenileme iÅŸini teklif ettiÄŸinde, von Humboldt 39 yaşında bir öÄŸrenciydi: O sırada Rotna’da klasik dil eÄŸitimi almaktaydı. HoÅŸ, von Humboldt zaten her zaman ve hayatı boyunca “ögrenci”ydi. Çok isteksizce de olsa, görev ve sorumluluk duygusuyla bu iÅŸi kabul etti. 

​

Wilhelm von Humboldt’tan istenen, o dönem için, çok uzak görüÅŸ ve radikal kararlar alma cesareti gerektiren, zor bir iÅŸti: Genel olarak bakıldığında, o sırada aydınlanma çağının etkisiyle eÄŸitim kurumlan üzerinde kilisenin kontrolü epeyce zayıflamış olsa da hemen her ülkede bu boÅŸluÄŸu siyasi iktidarın etkisi fazlasıyla doldurmaya baÅŸlamıştı. 

​

Wilhelm von Humboldt onaltı ay gibi kısa bir süre yürüttüÄŸü bu görevi sırasında ilk ve orta eÄŸitimi bir sistem bütünlüÄŸü içinde yeni baÅŸtan düzenledi. İlk ve orta eÄŸitimi düzene soktuktan sonra von Humboldt, Prusya Kralından yeni bir üniversitenin kurulması için izin aldı.

​

Humboldt’un Özgür Üniversite Fikri

1810’da eÄŸitime baÅŸlayan bu yeni üniversite, Berlin Üniversitesi, von Humboldt’ın koyduÄŸu üç temel ilke üzerinde biçimlenmiÅŸti: Birinci temel ilke uyarınca Berlin Üniversitesinde araÅŸtırma ve eÄŸitim birlikte ve ayrılmaz bir bütünlük içinde yürütülecekti. Üniversite, yeni bilgi yaratmak için araÅŸtırma yapacak ve bilgiyi öÄŸrencilerine araÅŸtırma sonuçlarına dayanarak aktaracaktı. Wilhelm von Humboldt’a göre araÅŸtırma, üniversiteyi diÄŸer eÄŸitim kuramlarından ayıran ana unsur olacaktı. 

​

Berlin Üniversitesi’nin tasarımında yer alan ikinci temel ilkeye göre beÅŸeri bilimlerle doÄŸa bilimleri birlikte bu üniversitedeki öÄŸrenimin çekirdeÄŸini oluÅŸturuyordu. Her öÄŸrenci önce bu alanlarda genel bir temel eÄŸitimden geçiyor, ancak bundan sonra kendi alanında uzmanlaÅŸmaya baÅŸlıyordu. Böylece Berlin Üniversitesi’nin her mezunu, ortak bir temel kültüre sahip olacaktı. Buna karşılık aynı dönemde Fransa’da kurulan yeni yüksek okullarda, farklı alanlarda seçkinler grubu yaratmak amacıyla bir an önce uzmanlaÅŸmaya yönelme tercih ediliyordu. 

​

Von Humboldt un üçüncü temel ilkesi, “öÄŸretme ve öÄŸrenme özgürlüÄŸü” sözleriyle sloganlaÅŸan akademik özgürlük idi. Von Humboldt’a göre Berlin Üniversitesi’nde profesörler ve öÄŸrenciler, ister dini isterse siyasi olsun, herhangi bir otorite tarafından yönlendirilmeden, etki altında kalmadan özgürce araÅŸtırma ve eÄŸitim yapabilmeliydi.

​

AraÅŸtırma ve eÄŸitim, bu üniversitede hiçbir otorite tarafından etkilenmeden sürdürülmeliydi. Berlin Üniversitesi’nde öÄŸrenciler ders programlarını büyük ölçüde kendileri yapabiliyordu. Profesörlere emekli oluncaya kadar saÄŸlanan iÅŸ garantisi de akademik özgürlük ilkesinin doÄŸal bir sonucuydu.

​

BaÅŸka düÅŸünürler tarafından da yapılan katkılarla yepyeni bir üniversite modeli doÄŸdu.

​

Seta1.jpg

Talip Küçükcan ve Bekir S. Gür'ün Türkiye’de Yüksek ÖÄŸretim (Seta: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Humboldtçu üniversitede kurgulanan öÄŸrenme ve öÄŸretme özgürlüÄŸü üniversiteyi sadece devletin dış siyasi baskılarından deÄŸil, aynı zamanda loncatipi akademik fraksiyonların ve grupların baskılarından da korumak amacındaydı. Bundan dolayı Humboldt, profesörlerin üniversite tarafından deÄŸil, devlet tarafından atanmasını önermiÅŸti. 

​

Humboldt Modelinin Yaygınlaşması

Humboldt’un üniversite ile doÄŸrudan ilgilenmesi bir yıldan az sürdü. Çünkü kendisi bile, Almanya ile Avrupa’daki toplumsal koÅŸullardan dolayı Aydınlanmanın ideallerini yaÅŸatacak üniversitenin bir geleceÄŸi olup olmadığından kuÅŸkuluydu. Humboldt’un kurduÄŸu üniversite uzun ömürlü bir kurum oldu. Fakat ilginç bir ÅŸekilde bu üniversite, felsefî olarak tasarlandığının aksine, dar uzmanlaÅŸmanın mekânı oldu ve üniversitede özellikle doÄŸa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki ayrışma gittikçe belirginleÅŸti. Humboldtçu üniversitede geniÅŸ bir ilgi alanı olan bilgin yerine, uzmanlaÅŸmış profesyonel bilim adamı ortaya çıktı. Humboldt’un ideali olmayan fakat Humboldt’un kurduÄŸu Alman üniversitesi, ilerleyen dönemlerde baÅŸarılı olmuÅŸ ve dünyanın her tarafında model olarak öne çıkmıştır. 

​

EÄŸitimin GeleceÄŸi, Üniversitelerin ve EÄŸitimin DeÄŸiÅŸen Paradigması (Komisyon, Sabancı:2003) adlı kitaptan  kısaltılarak alınmıştır.

Humboldt modelini Alman üniversiteleri coÅŸkuyla benimsedi. Birçok Avrupa ülkesindeki yükseköÄŸretim kurumları da von Humboldt modelinden belirli ölçülerde etkilendiler. Aydınlanma çağının yeni fikirleri, von Humboldt’un temel ilkelerini benimseyen üniversiteler aracılığıyla yayıldı ve bu üniversitelerde kurumsallaÅŸtı. 

​

Humboldt’un fikirleri bir süre sonra baÅŸka bir kıtada, Amerika BirleÅŸik Devletleri’nde kök salmaya baÅŸladı. Bu ülkede 1876’da açılan ve ilk defa doktora derecesi veren Johns Hopkins Üniversitesi bu derece için Almanca Dr. Phil.’den esinlenerek PhD kısaltmasını kullanmaya baÅŸladı. Sanki Berlin Üniversitesi’nin bir modeli olan Johns Hopkins’in profesörlerin hemen hepsi Alman üniversitelerinden mezun olmuÅŸlardı.

​

tanertimur.jpg

Prof. Dr.Taner Timur'un Toplumsal DeÄŸiÅŸim ve Üniversiteler (İmge: 2000) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Alman üniversitelerindeki radikal milliyetçi dönüÅŸüm, daha belirgin bir ÅŸekilde, Bismark'la baÅŸlatılır. Üniversite geleneÄŸinde Humboldt'un mirasçısı Bismark olmuÅŸ ve onunla birlikte "aydınlanma ve teori egemenliÄŸinin yerini eylem ve uygulama egemenliÄŸi" almıştır. Bu durumda "Humboldt Üniversitesi"nde "hasbi bilim aşığı" öÄŸretim üyeleri ve öÄŸrenciler "ender rastlanan kiÅŸiler" haline gelmeye baÅŸlamışlardır. Ne var ki üniversiteye milliyetçi esprinin egemen olmasının, araÅŸtırma ciddiyetini ve "öÄŸrenme-öÄŸretme özgürlüÄŸünü" yok etmediÄŸi iddia edilmiÅŸtir. 

​

Humboldt Üniversitesi'ndeki deÄŸiÅŸimi saÄŸlayan asıl unsur toplumsal ve ekonomik plandadır. Almanya'daki sanayileÅŸme hareketi 1870'lerden itibaren üniversite öÄŸrencilerinin sayısını hızla artırmıştı. Fakat bu geliÅŸim, iÅŸ olanakları aynı hızla artmadığı için, 1880'lerin milliyetçiliÄŸine de zemin hazırlamıştı. 

​

Anglosakson Dünyası: Ampirizm ve Pragmatizm

Anglosakson üniversiteleri, Fransızların pozitivist, Almanların idealist metotlarına karşı, ampirik ve pragmatik yaklaşımla ve bütüncü bir temelde kurdular. 

​

ABD'de sivil savaÅŸtan sonra, İngiltere'de de 1870'lerden itibaren üniversite öÄŸrenci sayısında hızlı bir artış olmuÅŸtu. Her iki devletin de bu konuda kendilerine özgü nedenleri vardır. 

​

İngilizler üniversitelerin, Humboldt modelinin vurguladığı araÅŸtırma iÅŸlevini kabul ediyorlardı; fakat asıl öncelik verdikleri ÅŸey onların öÄŸretim iÅŸlevleriydi. Newman'ın "eÄŸer üniversitenin amacı bilimsel ve felsefi keÅŸifler olsaydı, neden öÄŸrencilere ihtiyaç duyulacaktı?" ÅŸeklindeki fikrini yayan, daha çok Marshall olmuÅŸtur. Bu konuda Halsley ÅŸu yorumu yapıyor; 

"Marshall'ın, eÄŸitimin refahı artırma, kültürü ilerletme ve gelir farklılıklarını azaltmadaki rolüne inancı, yüz yıldan fazla bir süre eÄŸitim reformundaki OrtodoksluÄŸu saÄŸladı. EÄŸitimin yayılması sayesinde maddi refahla cömertliÄŸin ustaca birleÅŸtirilmesi üniversiteler ve okullar üzerindeki devlet vesayetini her türlü Viktorya rüyasının ötesinde cesaretlendirdi."

​

İngiliz ampirizminin ve sınıflar arası uyuşmasının eğitimde nasıl somutlaştığının bundan iyi ifadesi olabilir mi?

​

İngiltere: Üçüncü Bir Model mi?

İngiltere sanayi devrimini en erken ve belli bir uzlaÅŸma içinde tamamlayan ülke oldu. Fakat iÅŸin ilginç yanı, sanayi devriminin gerçekleÅŸmesinde rol oynayan bütün bilimsel ve teknolojik buluÅŸların üniversite dışında cereyan etmesiydi. İngiltere'de üniversite denince akla gelen Oxford ve Cambridge, XIX. yüzyılın sonlarına kadar uygulamaya dönük araÅŸtırmalara ve teknolojiye kayıtsız kaldılar. Temel görevleri Anglikan Kilisesi'ne ve krallığa rahip ve bürokratlar (gentlemen) yetiÅŸtirmekti. Sanayinin hızla geliÅŸmediÄŸi dönemde, sanayiciler üniversiteye pek itibar etmiyorlardı.

Sanayi öncesi toplumun büyük katedraller inÅŸası, okyanus gemiciliÄŸi gibi en çok uzmanlık gerektiren beceri dalları dahi, eÄŸitim sürecinin bir bölümü içinde deÄŸil, uzun bir çıraklık sonucunda öÄŸreniliyorlardı. Fakat hızlanan sanayi devrimi, artan teknolojik ihtiyaçların bilimsel alt yapısını da kurmak zorundaydı. 

​

İngiltere'de yüksek öÄŸretimi kapitalistleÅŸme sürecine uyumlu kılan deÄŸiÅŸim iki yönlü bir geliÅŸme ÅŸeklinde oldu. Bunlardan birincisi, Londra'da 1820'lerde kurulan iki kolejle baÅŸladı. Bu kolejlerden biri ilk kez Anglikan Kilisesi'ne baÄŸlı olmayan bir eÄŸitim kurumuydu. Liberal iktidar 1836'da bu kurumlan Londra Üniversitesi olarak resmileÅŸtirdi. Gerçekten, 1840’larda geleneksel üniversitelere, karşı ÅŸikâyetler egemen sınıflara kadar yayılmıştı ve artan huzursuzluk 1850'de Oxbridge için bir Kraliyet AraÅŸtırma Komisyonu'nun kurulmasına yol açacak kadar yaygınlaÅŸmıştı. 

​

İkinci geliÅŸme modeli ise, 1851'de ilk örneÄŸini Manchester'de bulan ve ÅŸehir (burjuva) üniversiteleri olarak adlandırabileceÄŸimiz Civic Üniversitelerin kuruluÅŸu oldu. Hızlanan sanayi devrimine paralel bir geliÅŸme gösteren bu üniversiteler yüzyılın sonuna kadar çoÄŸaldılar ve üniversitelerle modern bilim ve teknolojik geliÅŸmeler arasındaki bağı daha çok bu kurumlar gerçekleÅŸtirdiler. Manchester Üniversitesi, baÅŸlangıçta iyiliksever bir iÅŸ adamının büyük bir yardımıyla gerçekleÅŸmiÅŸti; fakat "kısa bir kayıtsızlık döneminden sonra, 1870'lerden itibaren, sanayici sınıf eÄŸitime büyük yatırımlar yapmaya baÅŸladı. 

​

Bu açıklamanın gösterdiÄŸi gibi, İngiltere, toplumsal hayatın her tarafını kapsayan bir evrim süreci içinde, üniversitelerini de kapitalizmin gereksinimlerine uyumlu kılma yoluna girdi. İlginçtir ki İngiltere'de Üniversite fikrinin gündeme gelerek tartışma konusu olması, Civic Universitelerin kurulmasıyla eÅŸzamanlı olmuÅŸ ve bir ölçüde de Humboldt Üniversitesi fikrine tepki ÅŸeklini almıştır. Gerçekten İngiliz üniversite modelinin kurucusu sayılan J. H. Newman, 1852'de yayımlanan bir eserinde, üniversitelerin öÄŸretim iÅŸlevini vurgulayarak "eÄŸer üniversitenin amacı bilimsel ve felsefi buluÅŸlar olsaydı, neden öÄŸrencilere ihtiyacı olacaktı?" diye soruyordu. 

​

İngiltere'nin geleneksel üniversiteleri, Oxford ve Cambridge, İngiliz aristokrasisinin evrimine benzer bir süreç içinde deÄŸiÅŸtiler ve aristokrasi zamanla nasıl asaletini, giysilerini ve ayrıcalıklarını kaybetmeden burjuvalaÅŸtıysa, Oxbridge de aynı evrimi yaÅŸadı. Modern espriyi özümledikleri bu zahmetli süreç içinde, devlete karşı özerkliklerini de Alman ve Fransız modellerinde göremediÄŸimiz ölçüde korudular. 

​

İngiltere'de üniversitelerin gerçek misyonuyla ilgili ciddi bir tartışma, geleneksel üniversitelerin krizi içinde, 1860'larda yapılmıştır. Liberal düÅŸünürler üniversitelerin pratik hayatın dışında kalmasından, sadece eskisi gibi "kültürlü insan" yetiÅŸtirmesinden yanaydılar. J. Stuart Mili, 1867'deki ünlü bir yazısında "Üniversitenin ne olmadığı konusunda genel bir anlaÅŸma var," diyordu. "Mesleki bir eÄŸitim yeri deÄŸildir. Üniversiteler insanlara, hayatlarını belli bir biçimde kazanmalarını saÄŸlayacak bilgileri öÄŸretmekle yükümlü deÄŸillerdir. Amaçları maharetli hukukçular, fizikçiler ya da mühendisler çıkarmak deÄŸil, yetenekli ve muktedir beÅŸeri varlıklar yetiÅŸtirmektir."  

​

Burjuva üniversitelerinin kuruluÅŸu ve baÅŸarısından sonra bu görüÅŸ deÄŸiÅŸmeye baÅŸladı. Kamu idareciliÄŸine sınav sisteminin girmesi ve yeni kamu hizmetlerinin ortaya çıkması bu deÄŸiÅŸiklikte rol oynadı. Uygulamaya dönük üniversite eÄŸitiminin itibar kazanmasında H. Spencer ve T. H. Huxley gibi ünlü isimler etkili oldular. 

​

İngiltere, sanayi devrimini ilk olarak tamamlamış ve en erken "sömürge imparatorluÄŸu"nu kurmuÅŸ bir ülke niteliÄŸiyle, "sömürge üniversiteleri"nin de kurucusu olmuÅŸtur. Gerçekten İngiltere'nin 1857'den itibaren, Londra modeline uygun olarak Hindistan'da (Kalküta, Bombay, Madras) kurduÄŸu üniversiteler üniversite tarihinde yeni bir çığır açmıştır. Fakat daha da önemlisi, İngiltere'nin Amerikan kolonilerinde, henüz bunlar sömürge statüsünde iken kurmuÅŸ oldukları kolejlerdir. Daha sonra bunlardan çağımızın en ünlü üniversitelerinin doÄŸduÄŸu anımsanırsa, İngiliz, daha doÄŸrusu Anglosakson modelinin önemi anlaşılır.  

​

ABD

Üniversitelerde büyüme, ABD'de iç savaÅŸtan sonra, fakat daha da belirgin bir biçimde geçen yüzyılın sonlarına doÄŸru gündeme geldi. Merkezde hâlâ kolej vardı, bununla beraber mesleki ya da faydacı amaçlara dayanan öÄŸretim, geniÅŸ ölçüde önce 'bölüm', sonunda da 'okul' olarak isimlendirilen ayrı birimlere devredildi. Bu mesleki birimlerin çoÄŸalması üniversitelerin büyümesine önemli bir katkı teÅŸkil etti ve gerçekte Johns Hopkins, Princeton ve bir süre Stanford gibi bu eÄŸilime direnen kurumlar nispeten küçük kaldılar.

​

Hızlı bir kapitalist geliÅŸmeye paralel olarak büyüyen Amerikan üniversitesi Batı Avrupa modelinden iki özellikle ayrılmıştır. Bunlardan birincisi öÄŸrencilerin tercihlerinin büyük ölçüde dikkate alındığı esnek ve eklektik bir sisteminin uygulamaya konulmasıdır. Bu çerçevede öÄŸrenciler doÄŸa bilimleriyle toplum bilimlerinin ortak bir ÅŸekilde yer aldığı lisans programları izleyebiliyorlardı. Avrupalı bazı eÄŸitim kuramcıları bunu klasik üniversite öÄŸretimine bir "ihanet" olarak nitelemiÅŸlerdir. Buna karşılık aynı sistem, karmaşık bir öÄŸrenci kitlesinin bir araya gelmesini saÄŸlayarak "genel, teknik ve bilimsel formasyonu birleÅŸtiren kurumların devamlılığını saÄŸlayan ve refahlarının garantisi olan otoriter iÅŸ adamı yöneticilerin çeÅŸitli mali katkılar ve müÅŸteriler bulduÄŸu" bir sistem olarak da savunulmuÅŸtur. Bu savunmadaki son nokta bizi Amerikan üniversitelerinin kendine özgü ikinci özelliÄŸine götürüyor. 

​

Amerikan üniversiteleri, baÅŸlangıçta kendilerine model olan Avrupalı eÅŸlerinden, hızlı bir tempoyla kapitalistleÅŸme süreci yaÅŸamaları ile de ayrılıyorlardı. Bu yüzyılın baÅŸlarında M. Weber'i ÅŸaşırtan bu özellik pratikte en çok bu kuruluların yönetim biçimlerini etkilemiÅŸtir. Amerikan üniversiteleri, iÅŸ adamlarının ağırlıkta olduÄŸu bir "mütevelli heyeti" tarafından yönetiliyorlardı. Belli bir rantabilite arayışına paralel olarak akademik özgürlükleri çiÄŸnemekte tereddüt etmeyen bu sistem giderek Avrupa'ya (ve diÄŸer ülkelere) de yayılmıştır. 

​

Üniversitelerin KüreselleÅŸmesi: İlk AÅŸama

Fransız ve. Alman üniversite modellerinin, XIX. yüzyıl sonlarına kadar tüm Avrupa'ya, İngiliz modelinin de sömürgecilik yoluyla Kuzey Amerika'ya yayıldıklarına tanık oluyoruz. Güney Avrupalı ve Katolik memleketler daha ziyade Fransa'nın etkisinde kalırlarken, kuzeydeki Protestan ülkeler de Alman modelini izlemiÅŸlerdir. ÖrneÄŸin İspanya ve İtalya Fransız hegemonyasına karşı Alman üniversitelerini ilham kaynağı olarak görmüÅŸlerse de siyasal geliÅŸmeler kendilerini Fransız modeline doÄŸru meylettirmiÅŸtir.  

​

Üniversitelerin yakın tarihinde en önemli geliÅŸme, günümüze yansıyan sonuçları itibariyle, Amerika BirleÅŸik Devletlerindedir. Amerika'da yüksek öÄŸretim kurumlan kolonyal çaÄŸdan itibaren, kolej modeli çerçevesinde İngilizler tarafından kurulmuÅŸlardı. XX. yüzyıl baÅŸlarında Amerikalı filozof Whitehead de üniversitelerin iÅŸlevleriyle ilgili ünlü konferanslarında (1912-1928), Humbold'cu bir perspektifte üniversitelerin "öÄŸretimle araÅŸtırmayı birleÅŸtirici misyonu"ndan söz ediyor; fakat Alman modelinden ayrılarak "eyleme dönük" (pragmatik) bir öÄŸretimin övgüsünü yapıyordu.

tanertimur.jpg

Prof. Dr.Taner Timur'un Toplumsal DeÄŸiÅŸim ve Üniversiteler (İmge: 2000) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Türk Üniversite Modeli

29 Ekim 1923'de Cumhuriyet'in ilanıyla altı yüzyıllık bir imparatorluk tarihe gömülüyor ve ulusal sınırlar içinde Türk Devrimi'nin ikinci aÅŸaması baÅŸlıyordu. Ne var ki Kemalizmin radikal reformlar listesinde üniversitenin sırası, nispeten anlaşılır nedenlerle, oldukça gerilerde kaldı.

​

Cumhuriyet Üniversitesi 1933 yılında Darülfünunun ilgası ve yeniden yapılanması ÅŸeklinde kuruldu. Dönemin Milli EÄŸitim Bakanı ReÅŸit Galip, bu vesileyle yaptığı açıklamada "1923'den 1932'ye kadar geçen dokuz yıl zarfında Türkiye'nin bütün münevverleri gözlerini Darülfünuna diktiler" diyordu. "Her sahada inkılaplar geçiren yeni Türkiye'de Darülfünunun memleket hayatının umumi gidiÅŸine uygun bir tekamül göstermesini beklediler. Memleketin hiçbir meselesi Darülfünun iÅŸi kadar umumi alaka uyandırmadı. Hiçbir müessese onun kadar tenkide uÄŸramadı." 

​

Bu yoÄŸun ilgiye raÄŸmen reform neden bu kadar gecikti? Ve yapılan tenkitler baÅŸlıca hangi noktalarda toplanıyorlardı? 

​

Dönemin baÅŸka bir eÄŸitim bakanı 1925'de Darülfünunu bir ziyaretinde, bu yüksek öÄŸretim kurumu ile ilgili temennilerini (gizli bir eleÅŸtiriyle karışık halde) ÅŸöyle ifade etmiÅŸtir: 

"Darülfünunumuz, bazen gizli bazen aÅŸikâr, memleketin üzerinde hâlâ mevcut olan hurafe ve dalalet kuvvetlerine karşı inkılap fikirlerinin bir mücadele cihazıdır... Kanunlarla yıkılan müesseseler hakikatte yıkılmamıştır. Kanunlarla teessüs eden (kurulan) müesseseler hakikatte tesis edilmemiÅŸtir. Müesseseler kalplerin içinde ne vakit yıkılırsa o vakit tamamen yıkılmıştır; kalplerde ne vakit istinatgâh (dayanak) bulursa o zaman tesis edilmiÅŸtir. Cumhuriyeti kuranlar cumhuriyetçiyi yetiÅŸtirmeyi sizden bekliyor."

​

Oysa bu temenniler bir türlü gerçekleÅŸmeyince 1930'ların baÅŸlarında üniversite ile ilgili yoÄŸun bir tartışma baÅŸladı. 

​

Osmanlı Darülfünunu ile ilgili tartışmanın 1929 Dünya buhranının Türkiye'yi sarsmaya baÅŸladığı bir sırada patlak vermesi bir rastlantı deÄŸildir. Bu yıllarda ülke her bakımdan iki kampa ayrılmaya baÅŸlamıştı. 1930 Buhranı Devrimin yeni bir atılıma ihtiyacı olduÄŸunu ortaya koymuÅŸ ve devletçilik ilkesini gündeme getirmiÅŸti. Buna karşılık liberal düÅŸünürler de boÅŸ durmuyor, ülkenin her alanda serbesti ilkesine duyduÄŸu ihtiyacı dile getiriyorlardı. Öte yandan aynı yıllarda, Avrupa'da yükselen milliyetçiliÄŸin de etkisiyle, yeni bir kimlik arayışına girilmiÅŸ ve Türklerin uygarlık tarihindeki yerini sorgulayan öneriler geliÅŸtirilmeye baÅŸlanmıştı. 

​

Darülfünunu Kemalistler ve onun sol kanadını oluÅŸturma çabasında olan Kadrocular eleÅŸtiriyorlardı. Onlara göre darülfünun devrimi anlayamamış ve onun gerisinde kalmıştı. Ayrıca Darülfünun, bağımsız bir ulusal bilinç yaratmaya çalışan tarih tezini de anlayamamıştı. 

​

Devrimci bir Darülfünun özerk olamazdı. "Rusya, İtalya ve Almanya'da darülfünunların liberal devirdeki istiklalleri kalmadığı gibi ilimdeki hareket noktalarını da liberal görüÅŸler teÅŸkil etmiyordu" ve Avrupa'da "liberalizm tam bir hezimet ve tasfiye halindeydi." 

​

1933 Reformu

31 Mayıs 1933'de kabul edilen 2252 sayılı kanunla Darülfünun kapatılıyor ve 1 AÄŸustos 1933'de tekrar açılan kurum artık yepyeni bir kimlikle ortaya çıkıyordu. Dönemin Milli EÄŸitim Bakanı ReÅŸit Galip, Cumhuriyet'in bu yeni ürününü kamuoyuna ÅŸu sözlerle sunmuÅŸtur: 

"Bugün kuruluÅŸu baÅŸlayan İstanbul Üniversitesi'nin dünkü İstanbul Darülfünun'u ile hiçbir münasebeti yoktur. Üniversite yeni bir müessesedir. Ananesi kendi ile baÅŸlayacaktır."

​

Yeni Üniversite ilhamını bir ölçüde yurt içindeki tartışma ve eleÅŸtirilerden almış, fakat esas olarak yurt dışı katkılarla hayat bulmuÅŸtur. Yeni kuruluÅŸa temel teÅŸkil eden rapor İsviçreli Profesör Albert Malche tarafından hazırlanmış ve üniversitenin yeni kadrolarını da çoÄŸu Alman nazizminden kaçan yabancı bilim adamları oluÅŸturmuÅŸtur. 

​

Prof. Malche, raporunda eski Darülfünun geleneÄŸinden iki temelli noktada ayrılmıştır. Bunlardan birincisi, yeni kuruluÅŸun özerklik ilkesini reddeden, devletçi ve devrimci bir temel üzerinde kurulmasıdır. İkincisi ise, üniversite kadrolarının, devrimci yöntemin baÅŸka bir uygulaması olan köklü bir tasfiye sonucu oluÅŸturulmalarıdır. 

​

Devrimci yönetim henüz kendi bilim kadrolarını oluÅŸturacak zaman ve koÅŸulları bulamamıştı. ÇoÄŸu Alman olmak üzere, batılı bilim adamları burada devreye girdiler ve "tam zamanında gelen hayret verici ve büyük bir yardım" olarak kurtarıcı bir rol oynadılar. 

​

Cumhuriyet Üniversitesi köklü bir tasfiye üzerine kurulmuÅŸtur. Darülfünun ilga edilerek üniversite ÅŸeklinde yeniden hayata döndüÄŸü zaman, mevcut 151 öÄŸretim üyesinden sadece 59'unun yerini koruduÄŸu anlaşılmıştı. Bu durum da doÄŸal olarak ve kuÅŸkusuz bir kısmı haklı eleÅŸtirilere yol açmıştır. Ne var ki yeni kadroları oluÅŸturan ve bir kısmı uluslararası üne sahip batılı öÄŸretim üyeleri reformun (göreli) baÅŸarısında önemli bir rol oynamışlardır. 

​

Günümüzden bakılınca, genç cumhuriyetin kurduÄŸu yeni üniversitenin paradoksal bir geliÅŸmenin ürünü olduÄŸunu yadsımak zor görünüyor. Gerçekten 1930'lu yıllar Kemalist rejimde yeni milliyetçilik arayışlarının doÄŸduÄŸu, yeni tarih tezlerinin ortaya atıldığı yıllardı. Bu konuda Batı'da yükselen milliyetçiliÄŸin, özellikle İtalyan ve Alman milliyetçiliklerinin etkisi kimse tarafından inkâr edilmiyordu. Oysa aynı yıllarda Türk Üniversitesi'ni, çoÄŸu Nazi rejiminin iÄŸrençliÄŸini zamanında görmüÅŸ ve ondan kaçmış bilim adamları kuruyorlardı. Bu çeliÅŸkili durum somut hayatta nasıl bir geliÅŸmeye yol açmıştır? 

​

Nazi Almanyası'nın da öfkesine neden olmuÅŸ ve Reich Hükümeti 1934'den itibaren İstanbul'daki "YahudileÅŸmiÅŸ göçmen kliÄŸi"ni yakından izlemeye baÅŸlamıştır. Buna karşılık, 1932 Tarih Kongresi'nden sonra Türkiye'ye egemen olan yeni milliyetçi dalga toplumsal bilimler açısından olumlu bir ortam yaratmıyordu. Bu bakımdan yabancı, batılı bilim adamlarının, bu ortamda azami verimle çalıştıkları da herhalde söylenemez. Bunlardan Ord. Prof. Philippe Schwarz, 1952'de Türkiye'den ayrılırken verdiÄŸi raporda epeyce acı gözlemlerde bulunmuÅŸtur. 1933 reformunun bekleneni vermediÄŸini belirten Schwarz, bunun nedeninin de birçok Türk aydınındaki "yetersizlik duygusu ve bunun sonucu olarak böbürlenmek, baÅŸarılı olanları çekememek" gibi hislerle hareket etmek olduÄŸunu ve aynı nedenlerle "bilimsel çalışmaya deÄŸil, mevki ve makamlara önem (verildiÄŸini)" ifade etmiÅŸtir. 

Kültür Sayfası

bottom of page