Toplumsal Şartlarda Değişim ve Üniversiteler
Eğitimin Geleceği, Üniversitelerin ve Eğitimin Değişen Paradigması (Komisyon, Sabancı:2003) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Sorgulanan Üniversite
Günümüzde üniversiteler Batı dünyasının çoğu yerinde yoğun bir sorgulama ve baskı altında. Birçok ülkede hem kamu üniversiteleri hem de özel üniversiteler, önemli ekonomik sorunlarla boğuşuyorlar. Kamu üniversitelerinin birçoğu aşırı kalabalık. ABD’de, çoğu yükseköğretim kurumunda öğretim üyelerinin giderek artan bir kısmı yarı zamanlı ya da kısa süreli sözleşmelerle çalışıyor. Üniversitelerin çeşitli sponsorları (ulusal ve eyalet hükümetleri, yerel yönelimler ve iş topluluğu) artık üniversitelere, onların alışageldikleri düzeylerde para bağışları yapmaya yanaşmıyorlar. Bu koşullar birçok üniversiteyi stratejik planlama, küçülme, birim birleştirmeleri ve bazı birimlerin kapatılması çevriminin içine sokmuş bulunuyor. Bu bakımdan üniversitelerin büyük ölçüde içinde yer aldıkları toplumlardaki büyük şirket aktörlerini etkileyen aynı kuvvetlerin insafına terk edilmiş oldukları görülüyor. Kuşkusuz bunun nedeni üniversitelerin, özellikle de ABD’dekilerin, büyük firmalar haline gelmiş olmasıdır.
Üniversiteler aynı zamanda kâr amaçlı birimleriyle ve esas olarak geniş sosyal misyonlarla değil de üniversitenin ekonomisini canlandırmayla ilgilenen idareleri ve mütevelli heyetleriyle, özel sektörün tipik birer şirket: haline geliyor. Bu eğilim, birçok Batılı ülkenin kamu ve özel üniversitelerinin çoğunda çıplak gözle görülecek kadar güçlüdür. “Akademik kapitalizm” epey yol almış durumda. Üniversite idarelerinin çoğu için geçerli akçe prestij değil, “maliyet etkinliği ve patrona karşı sorumluluk”tur.
Üniversitelerin karşı karşıya kaldıkları meydan okumaların en temel ve önemlilerinden biri de toplumdaki en merkezi işlevlerinden birini—yurttaş yaratma işlevini—hızla yitiriyor olmalarıdır. Yakın zamana kadar üniversiteler genç insanların sadece belirli bazı bilgi alanlarında eğitilmekle kalmayıp, onları müşfik ve etkili liderler haline getiren “ulusal” kültürle de donatıldıkları mekânlardı. Bu işlevin yokluğunda üniversitelerin odak noktası da belirli bazı meslek kategorilerine giriş sağlayan profesyonel bilgi ve belgeleri vermekten ibaret hale gelerek gittikçe daralıyor Üniversiteler birçok öğrenci için ileri meslek okulları haline geliyor.
Prof.Dr.Kadri Yamaç'ın Bilgi Toplumu ve Üniversiteler (Eflatun: 2009) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Yükseköğretimde Kitleselleşme
Günümüzde yükseköğretim gören ve talepte bulunan öğrenci sayıları eski yüzyıllarla karşılaştırıldığında yükseköğretimin sayısal anlamda değişen yüzü kolaylıkla görülebilir. On dördüncü yüzyıl sonlarında Paris’te 4000 üniversite öğrencisi vardır. Bu rakam Bolonya’da 2000 -3000, Oxford’da 1500-2000 arasındadır. On yedinci yüzyılda sayılarda genelde azalmalar olmuştur. Yükseköğretim öğrenci sayısında yirminci yüzyılda ortaya çıkan patlama üniversiteler tarihinde olağanüstü bir olaydır. Yirminci yüzyıl değişiminin nedeni iyi anlaşılabilmelidir.
Ne oldu da yükseköğretim gören öğrenci sayısı böyle yükseldi?
Pek çok şey söylenebilir, ama belki en önemlilerin başında yükseköğretimin meslekileşmesi sayılabilir. Bir zamanlar sadece seçkinlerin çocukları için geçerli ve mümkün olan eğitim, meslek kazandırıcı rolü nedeniyle kitlesel karakter kazanmıştır.
ABD on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında bir taraftan üniversite eğitiminde yapısal değişikliklere gitmiş bir yandan da kitlesel yükseköğretim uygulamalarını başlatmıştır. Dersler ve meslekler bakımından Avrupa üniversitelerinde hiç düşünülmeyecek şekilde yeni okullar açılmıştır. Örneğin 1862 tarihinde tarım eğitimi okulları açılmıştır. ABD’de yirminci yüzyıl başında kolejlerdeki öğrenci sayısı 250.000’den az iken 1940’ta 1,5 milyona ulaşmıştır. Graduate öğrenci sayısındaki artış çok daha dikkat çekicidir. 1900’de 5800 olan graduate (master, doktora) öğrencileri sayısı olağanüstü bir artışla 100.000’i geçmiştir. 2000 yılı rakamlarına göre tüm dünyada 100 milyon öğrenci yükseköğrenim görüyor.
Yükseköğretimde kitleselleşmenin şimdilik gözlenebilir önemli sorunlarından birisi eğitim kalitesinin sürdürülebilir olup olmayacağıdır… kitlesel talep pek çok ülkede yükseköğrenimde kaliteyi düşürmüştür. Bu tespit şaşırtıcı olmayan bir durumu yansıtmaktadır. Giderek artan öğrencilerin hepsinin üst düzey kalitede yükseköğretim alabilmeleri zordur.
Kitleselleşme, kaçınılmaz olarak, üniversite kimliğinin değişimine de yol açacaktır. Üniversiteler, giderek yaygınlaşan şekilde, öğrenciye paket programların aktarıldığı ve emek pazarına hızla mezun yetiştirme derdindeki fabrikalara benzemektedirler. Bu modelin geleneksel üniversiteden farklı bir şey olduğu apaçıktır.
Multiversite
Bilgi toplumunun üniversiteleri üzerinde paydaşlar ve piyasa tarafından yürütülen ciddi bir baskı vardır. Üniversitenin yürüttüğü işlevlerin ve üniversiteye yönelik beklentilerin giderek artması ve çeşitlenmesi nedeniyle üniversite geleneksel kimliğini korumakta sıkıntı çekmektedir.
Multiversite üniversiteye benzeyen, ama şirket anlayışıyla yeniden yapılandırılan, işleyişinde ve misyonunun yerine getirilmesinde pazar anlayışının temel alındığı yükseköğretim kurumlarını tanımlamakta kullanılıyor. Multiversite terimi aslında çok yeni değildir. Bundan yaklaşık 40 yıl kadar önce Kaliforniya Üniversitesi Rektörü Clark Keli tarafından kullanılmıştır. Keli farklı ilgi alanlarına hizmet eden üniversitelere multiversite adını vermişti.
Bir başka yorumlamayla açıklayacak olursak da multiversitede klasik üniversitelerdeki idealist eğitim içeriğinin boşaltıldığı, mekanik, yararcılığın ve para kazanmanın ön planda yer aldığı bir düşünsel ve kurumsal yapılanma söz konusudur.
Öğrenciler cephesinden bakıldığında artık, üniversite meslek sahibi olunan kurumlara dönüştü. Zaten finansman zorluklarıyla birlikte öğrenciler daha çok para ödeyerek meslek satın almaktaydılar. Üniversite örgütlenmesi de buna uygun dönüşüme girdi.
Multiversite pek çok yönüyle klasik üniversiter yapıyı temelden değiştirmiştir. Bunlar arasında belki de tarihsel olarak da çok önemli olanı üniversitenin bundan böyle içine kapalı bir kurum olmayı bırakmasıdır. Üniversite toplumla ve toplumsal taleplerle iç içe, görüşen, müzakere yapan bir organizasyonlar topluluğuna dönüşmüştür.
Yükseköğretimin seçkincilikten kitlesel eğitim vermeye kalkması bile Humboldtçu geleneğin sürdürülmesini olanaksız hale getirmiştir. Tek başına aşırı öğrenci yükü Humboldt’un eğitim, öğretim ve araştırmanın bir arada gitmesi düşüncesinin pratiğini kaybettirmiştir. Dışardan gelen bir talep olarak kitleselleşme üniversiteyi bu yönde dönüştürmüştür. Diğer konularda, yine dışardan gelen talepler de üniversitelere değişim ve dönüşümü dayatmaktadır. Yükseköğretim gerçekliğinde, olanlarla olması gerekenler arasındaki makas giderek açılmaktadır.
Yeni binyılda Bilim İnsanının Bağımsızlığı
[Tarih içinde] bilim uğraşının sadece laboratuvarlara veya kitaplara kısıtlı bir işlev olmaktan çıkıp uygulamalı bir etkinlik haline gelmesi, yani bilginin önce teknolojik bilgiye ardından teknolojik ürüne dönüşmesi, toplumun gözünde bilime ve bilim insanına duyulan saygıyı artırdı. Bilimsel araştırma teknolojik bilgiyi yaratıyor, teknoloji bilgi endüstriyi besliyor, endüstri de ekonomik kalkınmanın önemli temelini oluşturacak teknolojik ürünlere dönüyor ve tüketim malı oluyordu. Bu durum özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Birleşik Devletleri’nde o kadar belirgin hale geldi ki, toplumun gözünde bilim sihirli bir uğraş, bilim insanı da bu sihrin yaratıcısı olmuştu. Bilimin, doğal olarak bilim insanlarının kazandığı bu prestij ve etkin konum elbet iktidarların da gözünden kaçmadı. Bilim insanlarını iktidarların meşruiyetlerine zemin hazırlayacak araçlara dönüştürme eğilimindeki süreç de böylece başlamış oldu.
Savaş sonrası barış döneminde, bilim barışa ve ekonomik kalkınmaya hizmet edebilirdi. Savaşı kazandıran barışı da kazandırmalıydı. Bu düşüncelerden hareketle özellikle Birleşik Devletler’de Ar-Ge faaliyetlerine giderek daha fazla önem verildi. Bilimsel araştırmalara yapılan yatırımlar öyle büyük boyutlara vardı ki, bilimsel faaliyet ve teknolojik bilgi üretimi bilim insanlarının sınırlı alanlarında gerçekleşen bir faaliyet olmaktan çıkarak dev bir örgütlü alan haline geldi.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bilimsel araştırmaların devleşen mali gereksinimleri nedeniyle bilim insanının bu yeni konumu yüzyıllar öncesinin bilimsel çalışmalarına ve bilim insanlarına göre çok farklıdır. Günümüz bilim insanının özgürlüğü kuramsal olarak yine vardır ama araştırma altyapısı ve mali kaynaklar bakımından özerklik yitirilmiştir. Araştırmaların parasal dayanakları nedeniyle araştırmaların yönlendiricileri olan güçler kimi zaman devlet kurumlan, kimi zaman da endüstridir.
Endüstrinin ortaya çıkışına bilim katkıda bulunmuş, bilimsel araştırmaların yarattığı teknoloji endüstriyi dev hale getirmiş, şimdi bu dev kendini besleyen ve büyüten bilimi kendi egemenliği altına almak durumuna gelmiştir.
Küreselleşmenin beraberinde getirdiği yeni özellikler bilim insanı kimliğinde, özellikle kültürel aidiyetlerde ve ulusal sorunların algılanış biçimlerinde de pek çok soruna adaydır. Evimizdeki ya da fakültelerimizdeki odamızda tek başımıza araştırma yapamayacağımıza göre kaynak bulmak zorundayız. Parayı veren de egemen olmak istiyor!
Araştırma bağımsızlığı pek çok nedenle bozulmaktadır. Şirketler yeni mal üretimi için, yenilikçi mallar için kendi Ar-Ge birimlerini kurdular. Ancak kendi Ar-Ge birimleri yetmediği durumlarda üniversitelerden de sipariş üzeri araştırma satın alırlar. Sipariş araştırmalarının akademisyen ve üniversite açısından araştırma finansmanı dışında kendilerine de getirdiği mali olanaklar nedeniyle çekici yanları vardır. Sipariş araştırmalarında araştırma gündemi / konusu şirket tarafından belirlenir. Şirketin araştırmaya müdahale etme olasılığı vardır, araştırma sonuçlan otomatik olarak şirketin mülkiyetine geçer.