top of page
Şeyhülislamlık: Modernleşme Dönemi
esra yakut.png
Esra Yakut'un Şeyhülislamlık (Kitap Yay.: 2014) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

Makamın, bir devlet dairesi şekline dönüştürülmesi II. Mahmud’la başlar. Nezaretlerin açılması, şeyhülislamlık makamına çalışmalarını yürütmesi için devamlı bir binanın tahsisi bu sürecin başlangıcını teşkil eder.

1836’da teşrifat kuralları değiştirilmiş, sadrazamlık, şeyhülislamlık ve seraskerlik rütbe, seviye ve itibar açılarından aynı düzeye getirilmişti. Böylece ilmiye sınıfının öncelikli olarak protokoldeki üstün konumu diğer sınıflarla eşitleniyordu. II. Meşrutiyet dönemi ise, şeyhülislamlığın siyasallaşması aşamasında gelinen en son noktadır.

Peki yaklaşık 400 yıllık süreçte ne olmuştur ki, şeyhülislamlık gibi dini ve uhrevi yetkileri bulunan önemli bir makam, siyasi bir kimliğe bürünmüş, konumu hükümet değişiklikleri ile değişmiş, hatta görev ve yetkileri yeniden ve yeniden düzenlenmiştir?

III. Selim ve II. Mahmud Dönemi

II. Mahmud (1808-1839) devrine gelindiğinde, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte gerçekleştirilen askeri ıslahat hareketlerini, idari ve sosyal alandaki ıslahat izledi. Ulema, yönetime karşı giriştiği hareketlerde artık yeniçerilerin desteğinden mahrum olduğu için ya yönetime destek verdi ya da sessiz kaldı.

II. Mahmud giriştiği ıslahat hareketlerine meşruiyet kazandırmak ve aynı amaçla kamuoyu oluşturmak için Şeyhülislamdan bir risale kaleme almasını sağladı.  

Meşveret Meclisleri

Osmanlı Devleti'nde Divan-ı Hümayun’un gücünü yitirmesiyle 17. yüzyıldan itibaren önem kazanmaya başlayan meşveret meclisleri, 18. yüzyılın sonlarında ağırlığını daha fazla hissettirmiş, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ise en gelişkin dönemini yaşamıştı. III. Selim döneminde meşveret meclislerinin toplantılarına şeyhülislam ve ulemanın önde gelen temsilcileri sürekli katılırdı. Mevcut siyasi otorite, giderek artan sorunları tek başına çözümleyemeyeceğini gördüğünden sorumluluğu paylaşma ihtiyacı duymuş ve ulemanın desteğine başvurmuştu.

II. Mahmud döneminde de özellikle Yeniçeri Ocağının kaldırılmasına kadar gerçekleştirilen bütün yenileşme hareketlerinde meşveret meclislerinin büyük etkisi vardı. Şeyhülislam, meşveret meclislerinin çoğuna daimi üye olarak katılmış ve verilen kararlarda önemli rol oynamıştı.

Görüşmeler sonucunda alınan kararların şer’an geçerliliğini onaylamasının yanı sıra, görüşmeler sırasında da iç ve dış politikayla ilgili pek çok konuda görüşlerini rahatça açıklama olanağı buluyordu. Bu durum şeyhülislamlık makamının, süreç içerisinde siyasi arenaya daha fazla girmesinin belki de temel basamaklarından birini teşkil etmişti.

Meclis-i Vükela

II. Mahmud döneminin sonunda, modernleşme çabaları çerçevesinde meşveret meclislerinin yerine sadrazamın başkanlığında nazırlar, serasker, kaptan-ı derya ve şeyhülislam ile birlikte toplanan, “Meclis-i Vükela” adındaki kurum oluşturulmuştu. Bu meclisin işlevi, nezaretlerin yürütme görevlerini koordine etmek, yasama önerileri hazırlayıp padişaha sunmaktı.

Şeyhülislam, Meclis-i Vükelanın daimi üyesi olarak meclisin bütün toplantılarına davet ediliyordu. Meclis-i Vükela’da kararlar oy çokluğuyla alınıyordu. Bu nedenle görüşülen bir konuya şeyhülislam itiraz etse bile -ki bu olumsuz fetva demektir- meclisin diğer üyeleri kendi aralarında olumlu bir karara varmışlarsa, şeyhülislamın bu kararı benimsemek zorunda bulunması, onun meclis içindeki konumunu ortaya koyuyor. Bununla beraber, alınan kararlardan dinle ilgisi bulunanlar ancak padişahın hatt-ı hümayunu ve şeyhülislamın fetvasıyla yasa niteliği kazanarak yürürlüğe girebiliyordu.

Adli Alanda

Osmanlı Devleti’nde, 16. yüzyılın sonlarında ulema sınıfının başı olması sıfatıyla yüksek rütbeli müderris ve kadıları atamakla görevlendirilen şeyhülislam, böylece aynı zamanda adli alanda da önemli yetkilerle donatılmış oldu. Çünkü Müslümanların ya da Müslümanlar ile zimmilerin anlaşmazlıklarını çözmekle yetkili olan şeriyye mahkemelerinin başında bulunan kadılar, şeyhülislamlık makamına karşı sorumluydu.

Tanzimat’tan önce Osmanlı Devleti'nde, yargı örgütü içinde üç tip mahkeme vardı: şeriyye mahkemeleri, cemaat mahkemeleri ve konsolosluk mahkemeleri. Bunlardan şeriyye mahkemeleri, Tanzimat dönemine kadar yargı örgütünün temelini teşkil eden, tek kadıdan oluşan mahkemelerdi.

 

II. Mahmud döneminde adalet örgütünün başında yer alan şeyhülislam, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri başta olmak üzere bütün yüksek rütbeli kadıların atamasını sadrazamın aracılığıyla padişaha arz edebilmişti. Şeyhülislam ayrıca vakıflarla ilgili davalara bakmakla görevli olan memurları, padişahın izniyle fakat sadrazamın aracılığı olmadan doğrudan doğruya atayabiliyordu.

Eğitim Alanında

Şeyhülislamlar eğitimin modernleştirilmesi çabalarından çok, medreselerle ilgili düzenleme girişimlerinin içinde yer aldılar ve açılan modern okullarda dini eğitimle ilgili düzenlemeler yapmaya çalıştılar. Askeri alanda ise, özellikle III. Selim döneminde yeni bir ordu kurma çabalan ve II. Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve Bektaşiliğin tasfiyesi sırasında verdikleri fetvalarla dikkat çektiler.

II. Mahmud, askeri alandaki yenileşme hareketleri sırasında ulema üzerindeki etkisinden yararlandığı şeyhülislamlık makamını, 1835 yılındaki bir düzenlemeyle serasker rütbesiyle eşitledi. Aynı düzenleme sırasında binbaşıya kadar olan bütün diğer askeri rütbeler de en yüksek ulema rütbesiyle eşit hale getirildi. Bu gelişme ile askeri hiyerarşi dini hiyerarşiden daha üstün bir duruma sokuldu. Tepkilerini çekmemek için dokunulmayan ilmiye sınıfı, böylece, tarih içerisinde çoğunlukla ayaklanmalar sırasında işbirliği yaptıkları askeri sınıfın yanında, önemli bir güç kaybına uğradı.

Tanzimat Dönemi

Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile, İslam Devleti’nin ve cemaatinin iyiliği için toplum ve devlet düzeni yeniden yapılandırılırken şeriat hükümlerinin yanında birtakım yeni düzenlemeler de getirilmeye çalışılmıştı. Yeni düzenlemelerin başlangıç noktasını teşkil eden Tanzimat Fermanı’na şeriata vurguyla başlanmış olması da devletin toplum katında meşruiyet elde etmesi ve Tanzimat’a geçerlilik kazandırması için olsa gerektir. Bu dönemde ulemanın temel güç kaynağı olan vakıf gelirleri ellerinden alındığı, eğitim ve adalet alanlarındaki yeni düzenlemeler sonucunda halk ve öğrenciler üzerindeki etkileri de azaldığından, yeni biçimlenmelerde hiçbir kayda değer katkıları görülmemişti.

Tanzimatla birlikte, devletin her alanında gerçekleştirilmeye çalışılan düzenlemeler sonucunda, bir yandan mevcut kurumlar varlığını sürdürürken, diğer yandan modern bazı kurumlar ortaya çıktı. Bu nedenle, Tanzimat hareketi yönetim, hukuk, eğitim gibi alanlarda getirdiği tüm yeniliklere karşılık, temelde iki başlılığın yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçer.

Tanzimat Meclisleri

İdari alanda II. Mahmud döneminde başlanan reform hareketleri Tanzimat’la birlikte ivme kazanmıştı. 1854 yılında ise Meclis-i Âlî-i Tanzimat oluşturuldu ve yasama işlevi bu mecliste yoğunlaştı. Bütün meclislerin üstünde yer alan Meclis-i Âlî-i Tanzimat’ın üyeleri arasında şeyhülislam yoktu. Bu durum çıkartılacak olan kanun tasarılarının şeriata uygun olup olmadığının şeyhülislam tarafından belirtilmesine ihtiyaç duyulmadığı düşüncesini akla getirir. Oysa Meclis-i Âlî-i Tanzimat’ta hazırlanan kanun tasarılarının ancak Meclıs-i Âlî-i Umûmî’de görüşüldükten sonra kesinleşebileceği dikkate alınacak olursa, dolaylı da olsa şeyhülislamın bu meclisin aldığı kararlarda yine rol oynadığı anlaşılabilir. Fakat şeyhülislamın bu ikinci meclisteki görevi, hiçbir zaman hazırlanan kanun tasarılarının uygulanabilirliği hakkında fetva vermek şeklinde olmamış, konumu üyelerinden yalnızca biri olması sıfatıyla vereceği bir oyla sınırlı kalmıştı.

Meclis-i Vükela’nın bir üyesi olan şeyhülislamın, hazırlanan kanun tasarıları yürürlüğe girmeden önce yapılan görüşmelerde diğer nazırlardan farklı bir yetkisinin bulunmaması makamının meclis içinde ruhani vasıflarından sıyrılarak diğerleri gibi bir nezarete indirgendiğinin en büyük göstergesidir. Nitekim, Abdülmecid dönemi şeyhülislamlarından Mehmed Ârif Efendi, teklif edilen bir yeniliğin Meclis-i Vükela’da görüşüldüğü sırada düşüncesini soran bir vekile, “Efendim, her şeyi bize sormayınız. Sormadan yaptığınız şeylere karışıyor muyuz? Bizim bir ölçümüz vardır. Sorulan şeyleri ölçüye vururuz, uyarsa ne âlâ! Ya uymaz ise!...” diyerek meclis içinde dini yetkilerini ön plana çıkarmak istemediğini açıkça belirtmişti.

Adli Alanda İdare

Tanzimat döneminde şeyhülislamın ilmiye sınıfı içerisindeki göreve atama, görevden alma veya görev sürelerinin uzatılması gibi yetkileri devam etti. Fakat görev değişikliği veya görevden uzaklaştırılma olaylarında genellikle siyasi etkenlerin rolü büyüktü. Bunun en iyi örneği Bayezid’deki Kapudan Paşa Camii’nde ders okutan Sarıyerli Hoca Sadık Efendi’nin durumudur.

Camide halka hitaben yaptığı konuşmalarda mevcut siyasi durumu eleştiren Sadık Efendi’yi şeyhülislam önce uyarmış, daha sonra “bana ve vükela-yı devlete dair bir şey söylemesün, ne isterse okutsun” diye haber göndermişti. Ancak, kısa bir süre sonra aynı sözleri sarf etmesi üzerine Sadık Efendi görevden alınmış ve hapsedilmişti. Sadık Efendi, serbest bırakıldıktan sonra başına gelenlerden şeyhülislamı sorumlu tutmuştu. Şeyhülislamın bu tezkireye vermiş olduğu yanıt, taşımakta olduğu unvanın ulema karşısındaki işlevsizliğini gösteren en önemli kanıtlardan biridir:

... Şimdiki şeyhülislamlık resmidir. Benden bir şey sual ettikleri yok. Hatta zabtiye müşirinin sizi çağırttığından dahi haberim yoktur. Benim elimden geldiği kadar size muavenette [yardımda] kusurum yoktur. Siz yine benim tarafımdan me’zûnsunuz [yetkilisiniz] ders okutmağa...”

İlmiye sınıfı içindeki rüşvet ve yolsuzluklar, alınan çeşitli önlemlere rağmen Tanzimat döneminde de devam etmişti. Genç Osmanlılar, ulemanın bulaştığı rüşvet olaylarından şeyhülislamdan en küçük memura kadar herkesin haberdar olduğunu, fakat hiç kimsenin ses çıkartmadığını ileri sürerek, durumu şiddetle eleştirmişlerdi.

Kadıların atanması sırasında rüşvet ve iltimasın önlenmesi amacıyla Tanzimat döneminde yeni uygulamalara girişilmiş ve bu bağlamda İstanbul’da başlanılan daha sonra da Mısır’da uygulanılan imtihan sistemiyle görevlerin ehil olan kişilere verilmesi amaçlanmıştı.

Kanunlar

Tanzimat Fermanı’yla getirilen temel ilkelerin başında, Osmanlı tebaasının kanunlar önünde can, mal, ırz ve namus güvenliğinin sağlanması gelmekteydi. Gerçekten de bu hakların korunması amacıyla Ferman’ın ilanından altı ay sonra 3 Mayıs 1840 tarihinde hazırlanmış olan bir ceza kanunu yürürlüğe girdi.

1840 ve 1851 tarihli ceza kanunlarında Avrupa mevzuatından etkilenme söz konusu olsa bile bu kanunlar ağırlıklı olarak ülkede uygulanan şer’i ve örfî kuralların bir senteziydi. 1858 tarihli ceza kanunu ise, bütünüyle 1810 tarihli Fransız ceza kanununa dayanıyordu; sadece, bazı şer’i konular ilgili kısımlara eklenmişti.

Özel hukuk alanındaki en önemli girişim Ticaret Kanunnamesi’nin kabulüydü. Yine Mustafa Reşid Paşa, 1841 yılında Fransız modeline dayanan bir ticaret kanunu hazırlayıp tasarıyı Meclis-i Valâ’ya sunmuştu. Kendisine yöneltilen, kanun tasarısının şeriata uygun olup olmadığı sorusunu ise, “şeriatın bu konuda yapacak bir şeyi yoktur” diye yanıtladı. Mecliste hazır bulunan ulema, bu sözü “küfür” olarak niteleyince, paşa görevinden azledildi ve olası karışıklıklara engel olundu.

O tarihlerde ulemanın tepkisini çekmemek için ertelenen Ticaret Kanunnamesi, 1850’de yürürlüğe girebildi. Faizle borç vermeyi yasallaştıran ve İslam hukukunun öngörmediği ortaklık biçimlerini getiren bu kanunname yine ulemanın büyük tepkisini çekti ve yayınlanması sırasında çeşitli tartışmalara neden oldu. Hatta Genç Osmanlılar, "... asrın ticaretçe icab ettirdiği tevsiat için lazım gelen ahkâm acaba Şeriat-ı Ahmediyye’de bulunmuyor mu ki birtakım ibadullahın hukuki indi yapılmış bir kanunun hükmüne bırakılıyor” diyerek Ticaret Kanunnamesini şiddetle eleştirmişlerdi.

Bütün eleştirilere rağmen bu kanunnamenin kabulü, Osmanlı Devleti’nde ulemadan bağımsız, şeriat çerçevesi dışındaki konularla uğraşan bir hukuk ve yargı sisteminin resmen tanınmasının başlangıcıydı.

Yine 1858 yılında yürürlüğe giren Arazi Kanunnamesi özellikle hazırlık aşamasında Meşihat ile sürekli olarak bağlantı kurulmuş olması nedeniyle konumuz açısından önem taşıyor. Kanunnamenin hazırlanması için kurulan komisyon, eski ve yeni arazi kanunlarım, fetva suretlerini inceleyip düzenlemişti. Yeni kanunun fıkıh esaslarıyla terimlerine aykırı düşmemesi için de ayrıca şeyhülislamla görüşülmüştü. Medis-i Âlî-i Tanzimat’ın mazbatasında da bu kanunnamedeki yeni bazı hükümlerin Meclis-i Âlî-i Tanzimat’ta görüşülüp Fetvahane ile haberleşerek verilmiş olduğu hatırlatılmış ve uygulanmasının zorunlu olduğu belirtilmiş, kanunnamenin şeyhülislama gönderilmiş olduğu da kaydedilmişti. Şeyhülislamlık bu kanunnameyi inceledi ve “zamm ve ilavesi münasib görülen bazı mevâddı hâvi bir kıt’a müzekkereyle” iade etti.

1866’da Girit’te başlayan ayaklanma ve bir yıl sonra Sadrazam Âli Paşa’nın durumu teftiş etmek üzere bu adaya gönderilmesi sonucunda, uzun süreden beri bütün tebaaya uygulanmak üzere düşünülen Medeni Kanun’un hazırlanması arzusu tekrar güncelleşti. Çünkü Girit halkının şikâyetlerinin en önemlilerinden biri gerektiğinde uygulanabilecek bir Medeni Kanun’un bulunmamasından kaynaklanmıştı. Âli Paşa bu konudaki şikâyetleri sona erdirmek için Fransız medeni kanununun Mısır’da hazırlanmış Arapça tercümesinin Türkçeye çevrilerek yürürlüğe konmasını istedi.

Cevdet Paşa’nın içinde yer aldığı başka bir grup ise, Fransız medeni kanununun iktibas yoluyla alınmasına kesinlikle karşı çıktı. İki grup arasındaki fikir çatışması sonucunda, Cevdet Paşa’nnı içinde yer aldığı grup üstün geldi. Bunun üzerine Meclis-i Vükela 1868 yılında Divan-ı Ahkâm-ı Adliye içinde bir Mecelle Komisyonu oluşturulmasına karar verdi. Kurulun çalışmalarına en büyük desteği Genç Osmanlılar Cemiyeti üyelerinden biri olan Ali Suavi sağlamıştı. Ali Suavi, İslam hukuku ile ilgili eserlerden yararlanarak bir risale yazmış, Avrupalılara İslam hukukunun değişen şartlara, yeni sorunlara çözüm getirebilecek mekanizmalara sahip olduğunu ve gelişmelere engel teşkil etmediğini kanıtlamaya çalışmıştı. Risalenin yayınlanmasından kısa bir süre sonra komisyon, Mecelle’nin giriş ve ilk bölümünü Meclis-i Vükela’ya sundu.

Mahkemeler

Tanzimat’ın ilanından sonra gayrimüslimlere tanınan haklar, Avrupa devletlerinin baskısı ve gelişen ticari ilişkilerin zorlaması sonucu, İslam hukuku esasları çerçevesinde kararlar alan şeriyye mahkemelerinin yanında yeni mahkemelerin açılması gereği ortaya çıktı.

Bu amaçla, 1840 yılında Bâbıâli’de Ticaret Nezareti’ne bağlı olarak açılan Ticaret Meclisleri, tacirler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları çözmeye çalıştı. Böylece şeriyye mahkemelerinin ticari davalardaki yetkilerine ilk kez sınırlama getirilmiş oluyordu.  

1864 yılında hazırlanıp öncelikli olarak Tuna vilayetinde uygulanan Vilayet Nizamnamesi ile şeriyye mahkemelerinin yetkilerine yeni bir sınırlama daha getirildi. Bu nizamname, şeriyye mahkemelerinin başında bulunan kadıların mahalli idarelere ilişkin görev ve yetkilerini, oluşturulan meclislere devrediyordu. 

Vilayet Nizamnamesi ile taşrada bulunan hukuk meclisleri ile idare meclislerinin görev ve yetkileri birbirinden ayrılmıştı. Aynı uygulamanın merkezde de gerçekleştirilmesi düşünüldü. 1868 yılında Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin yüksek bir yargı örgütü olarak kurulması yöneticilerin önemli bir mesajıydı. Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin kurulması sırasında özellikle ulema kanadından tepkiler yükseldi. Cevdet Paşa, “Bunca şeriyye mahkemesi var iken nizamiye mahkemelerine ve meclislerine ne gerek vardı” şeklinde özetler.  

Demek ki, Tanzimat döneminde, şeriyye mahkemelerinin yanında açılan mahkemelerin oluşumu ve çalışmaları sırasında medrese kültürü içinde yetişmiş ulemanın çeşitli karşı koyuşlarına rastlanıyordu. Buna rağmen, bu mahkemelerin hepsinde Meşihat tarafından görevlendirilen ulema sınıfından kişiler yer almıştı. Ulemaya, bu tepkilerine rağmen adli alandaki yeni oluşumlarda yer verilmesinin en başta gelen nedeni, yeni açılmış mahkemelerde görev alabilecek eğitilmiş eleman noksanlığıdır. Bu amaçla, ilk olarak 1854 yılında, Süleymaniye’de kadı yetiştirmek için Muallimhane-i Nüvvab adı altında bir okul açıldı. Bu kurum, 1869 yılında Hukuk Mektebi’nin açılmasına kadar hem nizamiye hem şer’i mahkemeler için hâkim yetiştiren tek okul olarak çalışmalarını sürdürdü.

Tanzimat’la birlikte yeni açılan mahkemelerin yanında varlıklarını devam ettiren şeriyye mahkemeleri Meşihat kurumuna bağlı olarak çalıştı, mahkeme başkanları da şeyhülislam tarafından atandı. Ancak, şeriyye mahkemelerinin yetkileri, Müslüman halkın evlenme, boşanma, miras vb. özel hukuk konularındaki anlaşmazlıklarını, şeriatın öngördüğü biçimde çözümlemekle sınırlandırılmıştı.

Şeriyye mahkemelerinin yanında nizamiye mahkemelerinin açılmasından sonra bu iki tür mahkemenin görev ve yetkileri birbirinden ayrılmaya çalışılmışsa da, yine başarıya ulaşılamamıştı. Çünkü nizamiye mahkemelerinde görülecek davalara ilişkin kanunlar hazırlanıp yürürlüğe sokulamadığı gibi mahkemelerin görevlerini, davaların türlerini ayıran, muhakeme usulünü tayin eden bir nizamname de çıkartılamamıştı.  

Adalet örgütünün yapısı yeni oluşturulan mahkemelerle iyice karmaşıklaşmıştı. 1871 yılında Adliye Nezareti’nin kurulmasıyla tam anlamıyla iki başlı hale geldi. Yeni kurulan nizamiye mahkemelerinin Adliye Nezareti’nin bünyesinde örgütlenmesi, şeriyye mahkemelerinin Meşihat’a bağlılığının devam etmesi iki başlılığı sürekli kıldı.

Sivil Okullar

1839 yılında ilköğretim okullarının birer uzantısı olan rüşdiye okulları açıldı. Kurulan Mekâtib-i Rüşdiye Nezareti şeyhülislamın denetimine verildi. Böylece ilköğretim kurumlarının yanında, orta öğretim kurumu olarak kabul edebileceğimiz rüşdiye okulları da din alanının içinde kaldı.

Tanzimat’ın ilanından sonra eğitim alanında köklü değişikliklerin başlatılması için altı yıl gibi uzun bir süre geçti. Bu gecikmenin en önemli nedeni, II. Mahmud döneminde eğitim alanında başlatılan yenilik hareketleri sırasında, şeyhülislamlık makamının denetiminde bırakılan ilk ve orta okul düzeyindeki eğilim kurumlarının yanında, açılması düşünülen okulların, bu kurumun ve ulemanın etkisinden kurtarılmak istenmesiydi.

1845’te bütün eğitim sistemini yeniden organize etmek üzere Meclis-i Maarif adlı bir komisyon oluşturuldu. Sekiz kişiden meydana gelen bu komisyonda uzman ve aydınlara yer verilmesinin yanı sıra tepkileri engellemek amacıyla ilmiye sınıfından da temsilcilerin bulunmasına özen gösterildi. Aslında bu girişimin gerçek amacı, o tarihe kadar ilk ve orta düzeydeki eğitimi kontrol etmiş olan ulemadan bu tekeli söküp almaktı. Komisyona seçilmiş olan ulema temsilcilerinin eğitimin Batılı anlamda yenilenmesine taraftar olan kişilerden oluşması da bu gizli amacı desteklemekteydi.

Komisyon, eğitim alanında yapılması hedeflenen çeşitli ıslahat hareketlerini bir rapor halinde hazırladı ve eğitim işlerine nezaret etmek üzere bir Meclis-i Maarif-i Umumiye kurulmasını teklif etti, bu meclis 1846 yılında açıldı. Meclisin üyeleri arasından ulema sınıfına mensup kişiler çıkartıldı ve yerlerine bürokratlardan üç kişi atandı. Meclisin çalışmaları, hariciye nazırı ve Meclis-i Vâlâ başkanının ortak denetimine verildi. Böylece o tarihe kadar şeyhülislamlığa bağlı olarak çalışmalarını sürdüren eğitim işleri, din dışı organların denetimi altına girmeye başladı. Bu hareket, eğitimde gözle görülür bir laikleşmenin başladığını göstermekteydi.

Mekâtib-i Umumiye Müdürlüğü, 1848 yılında yeniden Mekâtib-i Umumiye Nezareti’ne dönüştürüldü.

Islahat Fermanı’nın ilanından sonra din ve mezhep farkı gözetilmeksizin, bütün halkın yararlanabileceği bir eğitim sisteminin oluşturulması için, şeyhülislamlığa bağlı Mekâtib-i Umumiye Nezareti’nden farklı olarak, 1857 yılında Maarif-i Umumiye Nezareti açıldı. Bu nezaretin açılmasıyla eğitim, şeyhülislamlığa bağlı Mekâtib-i Umumiye Nezareti ve Bâb-ı Âli’ye bağlı Maarif-i Umumiye Nezareti olmak üzere iki başlı bir duruma geldi. Tanzimat’ın başından itibaren kademe kademe gerçekleştirilen düzenlemelerle şeyhülislamlığın eğitim alanındaki yetkileri iyiden iyiye sınırlandırılmıştı.

Şeyhülislamlığın eğitim üzerindeki yetkilerine son bir darbe de Mekâtib-i Umumiye Nezareti’nin, Bâb-ı Âli’ye bağlı Maarif-i Umumiye Nezareti’nin örgütsel yapısı içine alınarak, bir müsteşarlık haline dönüştürülmesiyle vuruldu. Böylece şeyhülislamlığın Tanzimat döneminde, medreseler dışında hiçbir eğitim kurumunda etkinliği kalmadı.

Ulemanın modern okullara karşı geliştirdiği bazı tepkisel hareketler olmakla beraber, genel olarak eğitim alanında gerçekleştirilen reform hareketlerine takındıkları tavır sessiz kalmak yönündeydi. Ulemanın ve bu sınıfın başında yer alan şeyhülislamlığın uzun yıllar devlet yönetimine sıkı sıkıya bağlı konumu, Şerif Mardin’in deyimiyle “bir çeşit memur statüsünde olmaları” ve aldıkları eğitim, yeni düşünceler ortaya atarak uygulama alanına koymalarına engel olmuştu. Böylece Tanzimat döneminin sonunda, yeni oluşturulan bütün eğitim kurumlarında Batılı değerleri benimseyen bürokratlar etkin oldu.

II. Abdülhamid Dönemi

1876’da tahta geçen II. Abdülhamid, Mithat Paşa ya verdiği sözü tutarak, Kanun-ı Esasi’yi ilan etti.

Padişahın iradesiyle açılan Osmanlı parlamentosu, 14 Şubat 1878 tarihinde yine padişah tarafından bazı gerekçelerle tatil edildi, Kanun-ı Esasi askıya alındı.

Bu dönem içerisinde ulema sınıfı hızla itibar kaybetmeyi sürdürdü. II. Abdülhamid, 1876 yılında çıkan ve Softalar Kıyamı diye anılan medrese öğrencilerinin isyanından ve Sultan Abdülaziz’in hallinden sorumlu tuttuğu ulemanın devlet içinde yeniden eski gücüne ulaşmasını sağlamak yerine “bir batağa saplanıp yok olmasına” seyirci kalmayı tercih etmişti.

II. Abdülhamid’in kendilerine karşı bu olumsuz tutumundan ulemanın da haberdar olduğu, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra bu sınıfa mensup çeşitli kişilerin yazdıkları yazılardan anlaşılıyor. Nitekim İbnürrahmi Ali Tayyar, II. Abdülhamid döneminde ulemaya “fesat yuvası” gözüyle bakıldığını söylüyordu. Bu tavır, ulemanın İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yakınlaşıp onlarla aynı ortak hedefe yönelmesine, yani II. Abdülhamid’in istibdadına karşı mücadele etmesine neden oldu.

 

II. Abdülhamid dönemi ayrıca, Tanzimat’la başlayan köklü Batılılaşma hareketlere bir tepki olarak doğan İslamcılık akımının daha da belirginleşerek, yaygınlaştığı bir dönem olarak dikkat çeker.

Sivil Okullar

II. Abdülhamid döneminde modern okullara karşı izlenen politikanın belirginleşmesinde dönemin siyasi yapısı etkili oldu. Padişah çıkardığı bir irade-yi seniyye ile Müslüman okullarındaki ders programlarının, öğrencilerin dini inançlarına hizmet edecek şekilde ıslah edilmesini ve düzenlenmesini istedi. Bu amaçla 1887 yılında Meşihat’ta toplanan komisyona Şeyhülislam Ahmed Esad Efendi başkanlık yaptı. Komisyon çalışmaları sonucunda, iptidai mektepleri ile rüşdiyelerin eğitim süreleri artırıldı, ders programlarında yapılan incelemeler sonucunda dini ilimler ve Arapça ile ilgili mevcut dersler de yetersiz görülerek bu derslere yenileri eldendi, kadın mekteplerindeki din derslerinin sayıları artırıldı." Sultanilerde eğitim gören öğrencileri dini açıdan kuvvetlendirmek için ise bu öğrencilerin namazlarını cemaatle kılmalarının sağlanması, Maarif Nezaretinden talep edildi.

Tanzimat döneminde eğitim alanındaki yetkileri medreselerle sınırlanan şeyhülislamlık makamının, II. Abdülhamid dönemindeki uygulamalarla, Maarif Nezareti ne bağlı okullar üzerinde yeniden tasarrufta bulunmaya başladığı izlenimi doğmaktadır. Fakat bu tasarruflar, Meşihatın sorumluluk alanında bulunan dini konularla sınırlıydı. Ayrıca Meşihat’ta çalışmalarını sürdüren komisyon iptidai, rüşdiye, sultani ve idadi okullarında yetişen öğrencilerin, dini bilgiler açısından daha yeterli olabilmelerini sağlamak amacıyla hazırladığı önerileri ancak, Maarif Nezaretinin incelemesine sunduktan ve bu nezaretin onayını aldıktan sonra padişaha iletebilmişti. Yani medreselerin dışında kalan eğitim kurumlan bakımından, üst merci yine Maarif Nezareti’ydi.

Kültür Sayfası

bottom of page