top of page
Şeyhülislamlık: II.Meşrutiyet Dönemi
esra yakut.png
Esra Yakut'un Şeyhülislamlık (Kitap Yay.: 2014) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.

II. Meşrutiyet dönemi ise, şeyhülislamlığın siyasallaşması aşamasında gelinen en son noktadır. Bu dönemde, şeyhülislamların hükümette zaman zaman farklı görevler üstlenmeleri ya da bu görevleri vekâleten sürdürmeleri siyasallaşmanın önemli göstergeleridir.

Bu durum, şeyhülislamların, devlet yönetimiyle ilgili alınan her türlü kararın içinde oldukları sonucuna varmamıza neden olabilir. Oysa, devlet işleyişinde, verdiği fetvalarla alman kararların meşruiyetini sağlayan şeyhülislamlar, pek çok önemli kararın verilmesi aşamasında doğrudan kendilerine danışılmayan, hatta olan biteni sonradan haber alan konumdaydılar. Nitekim, II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında, şeyhülislamlık makamında bulunan Cemaleddin Efendi’nin anılarında yer verdiği şu sözler dikkat çekicidir:

“Meşrutiyet’in bu defaki ilanında hizmet-i fetvada bulunuyor idim. Temmuz’un on birinci sabahı gazetelerde manzûrum olan [gördüğüm] ilan-ı resmîden istibşâr-ı keyfiyyet eyledim [durumun haberini aldım]. Çünkü o gece Sadrazam Said Paşa’nın riyasetinde [başkanlığında] olarak Yıldız Saray-ı Hümayunu’nda fevkalade inikad eden [toplanan] Meclis-i Vükela'ya davet olunmamış idim."

 

Bu dönemde, fetva kurumunun ne durumda olduğu ise aşağıdaki dörtlükte açıkça gözler önüne serilmektedir:

Bir sarık, bir de uzunca cübbe...

Şeyh eden sabi bugün hil’at’dır!

Şeyhülislam olagelmiş Hayri

Gerçi fetvayı veren Talât’dır.

I. Dünya Savaşı yıllarında dinin kamusal alandan çıkartılması yönünde bir dizi ıslahatlar yapıldı. Örneğin Meşihat Makamının siyasal rejim içinde diğer devlet kurumlarının karşılıklı konumu yeniden belirlendi.

Osmanlı Devleti içinde ortaya çıktığı tarihten, devletin sona ermesine kadar geçen süre içinde üstlenmiş olduğu dini yetkiler ve görevlerin yanında, yoğun bir siyasallaşma süreci yaşayan şeyhülislamlık makamı, bu sürecin doruğuna II. Meşrutiyet döneminde ulaştı. Hatta, dini misyonundan çok siyasi kimliği ön plana çıktı. Makamın, görev ve sorumlulukları nedeniyle içine düştüğü bu çelişkili durum yine II. Meşrutiyet döneminde çözümlenmeye çalışıldı. Döneme damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisi ve bu partinin düşünsel ve icrasal boyuttaki çalışmaları sırasında Meşihat Dairesi, sadece diyanet işlerinden sorumlu bir kurum haline getirilmeye çalışıldı.

Böylece hem kurumsal bazda düzenleme gerçekleştirilecek hem de dinin kamusal alandan çıkartılmasına yönelik ilk adım atılmış olacaktı. Partinin çalışmaları asıl meyvelerini Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde verdi. İttihatçıların Meşihat Dairesi’ne yüklemeye çalıştıkları statü, Diyanet İşleri Başkanlığının temellerini attı. İttihat ve Terakki Partisi her ne kadar İslamcı görüşü benimseyen kişilerin baskıları sonucunda Meşihat Dairesi açısından amaçlanan hedeflen gerçekleştirememişse de bu konuda ortaya attığı düşünceler Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin izlediği laik politikalara bir zemin hazırlamıştı.

Din İşleri

II. Meşrutiyet dönemine girildiğinde, Meşihat Makamının ulema üzerindeki yetkileri yine sürüyor, bu arada getirilen yeni düzenlemelere bağlı olarak müftü, imam ve vaizlerin atanma, çalışma koşullan, görevden uzaklaştırılma vb. koşullarını belirleme çalışmaları yapılıyordu. Yeni koşulların saptanması gerekliydi, çünkü ulema artık iriden iyiye çağa ayak uyduramaz hale gelmekteydi.

Ulemanın içinde bulunduğu çöküntü. Meşihat Makamı’nca alınan çeşitli önlemlerle giderilmeye çalışıldı. Yaptıkları çalışmalarla takdir toplayan müftüler, emeklilik için belirlenen yaşa ulaşmış bile olsalar, alınan kararlardan istisna tutularak yine müftülükle görevlendirildi. 

26 Nisan 1913 tarihinde müftülerin görevlendirilmeleri ve azilleri ile ilgili temel ilkeler belirlendi. Böylece müftü atamalarında, bölgenin ulema ve idari personelinin istekleri göz önünde bulundurulmaya, azillerinde ise keyfî hareketlere son verilmeye çalışılmıştı.  

Adli Alan

II. Meşrutiyet döneminde şeriyye mahkemeleri, çalışma biçimleri ve aldıkları kararlar nedeniyle itibar kaybetmelerinin yanı sıra sık sık rüşvet ve iltimas söylentileriyle de yüz yüze gelmelerinden ötürü şiddetle eleştirildi. Örneğin Mehmed Şeref şeriyye mahkemelerini ‘mezhep mahkemeleri” diye niteliyor, bu tür mahkemelerin 20. yüzyıla girilmesine rağmen hâlâ mevcut olmasına bir anlam veremediğini belirtiyordu. Yazara göre, rüşvet, zulüm, ilgisizlik, görev tanımama, cahillik, çağın ihtiyaçlarından haberdar olmama ve buna eşlik eden yolsuzluk içinde yuvarlanan şeriyye mahkemelerinin kaldırılmasının fermanını İslam halkının düşüncesi çoktan imzalamıştı. Mehmed Şeref ayrıca, İslam dini açısından davaların şer’i mahkemelerde görüşülmesinin bir zorunluluk olup olmadığı, eğer böyle bir zorunluluk varsa, nizamiye mahkemelerinde görülen davaların nasıl değerlendirilebileceğini sormuştu.

Her yönden büyük bir çöküş içinde olan şeriyye mahkemelerinin yeniden düzenlenmesine duyulan ihtiyaç, aslında II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonraki yıllarda hissedilmişti. Bu konudaki ilk çalışma, şeriyye mahkemeleri ile nizamiye mahkemelerinin sorumluluk alanlarına giren davaların tam olarak tespit edilmesine yönelikti. Komisyonun hazırladığı nizamname layihası 14 Ekim 1914 tarihinde çıkartılan bir irade-i seniyye ile yürürlüğe girdi. Bu nizamnamenin yayınlanmasıyla şeriyye mahkemelerinin yetkileri İslam özel hukukunu ilgilendiren bazı davalarla sınırlandırılmış oldu.

Bütün ıslahat çabalarına rağmen, şeriyye mahkemelerinin çalışmalarında hissedilebilir bir değişiklik olmaması, şikâyet ve eleştirilerin devam etmesi nedeniyle Meşihat Makamı yeni bazı düzenlemelerin yapılmasına ihtiyaç duydu. Bu konudaki çalışmalar sonucunda, 5 Nisan 1915 tarihinde çıkartılan bir nizamname ile doğrudan doğruya Meşihat Makamı’na bağlı ve bu makama karşı sorumlu olan, şeriyye mahkemelerini denetleme yetkisi bulunan müfettişler tayin edildi.

İttihat ve Terakki Partisi’nin 1916 yılı kongresinde şer’i mahkemelerin durumu ve bu mahkemelerin Meşihat Makamı’na bağlı olarak çalışmalarını sürdürmeleri konusu ele alındı. Bu kongrede alman kararlar gereğince, Meşihat Dairesi’nin dinin yayılması ve İslam’ın yüceltilmesiyle ilgili çalışmalar yapmasının, bu dairenin en başta gelen görevi olması gerektiği belirtilerek, şeriyye mahkemelerinin Meşihat’ın denetiminden alınıp Adliye Nezareti’ne bağlanması zorunluluğu ortaya konuldu.

İttihatçıları adli alanda birliği sağlamaya götüren en önemli neden, fetva verme yetkisi ile yargı yetkisinin aynı kişide toplanamayacağı görüşünü benimsemiş olmalarıydı. Onlara göre, kadıların halifenin memuru olmalarına karşılık, müftüler halifenin memuru olmayıp yalnızca halka dini emirleri bildiren kişilerdi. Üstlenmiş oldukları bu önemli görevden dolayı hiçbir dünyevi amirin memurları olamayacakları kabul edilmişti. Müftülerin halka bildirmekle yükümlü oldukları dini hükümlerin yaptırımları sadece uhreviydi. Kazai hükümler de dini hükümlerin içinde yer almışlardı, ama yaptırımları dünyeviydi. Kadılar, bu dünyevi düzeni kurmak ve bütün sosyal ihtiyaçları sağlamakla yükümlü kılınmışlardı. Bundan dolayı faiz gibi dinen caiz olmayan birçok işi yürütmek veya yürütülmesini kabul etmek zorunda kalmışlardı. İşte bu düşüncelerden hareket eden İttihatçılar, fetva verme yetkisi ile yargı yetkisini aynı makamda birleştirerek, şer’i mahkeme ilâmlarını fetva emanetine tasdik ettirmenin, yargının caiz gördüklerinin dinen de caiz olduğu fikrini doğurduğu görüşündeydiler. Bu yanlış fikrin din ve ahlak görüşü açısından büyük zararları olduğunu belirterek, bir millette ahlakın hukuktan sayılmasının manevi geriliğe işaret ettiğini, diyanetle yargının aynı nitelikte düşünülmesinin ise ahlaki geriliğin işareti olduğunu ileri sürdüler.

Şeriyye mahkemelerinin Meşihat Dairesi’ne bağlı çalışmasından kaynaklanan usul ne Meşrutiyet yönetimine ne de şeriata uygundu. Meşrutiyet yönetimine uygun değildi, çünkü kanun hükümlerinin Meclis-i Mebusan’da görüşülmeden kesinleşmesi anlamına gelmekteydi. Şeriata uygun değildi, çünkü fetva verme yetkisi halifeye değil, müftülere aitti ve halife hiçbir zaman bir müftüyü belli bir konuyla ilgili fetva vermeye zorlayamazdı.  

Ayrıca, İttihat ve Terakki Partisi, bir dava mahkemeye geldiğinde, her yönüyle düzenlenmiş bir şer’i hukuk kitabı bulunmadığından durumun Fetvahane’den sorulması gerektiğini, bu şekilde Fetvahane’den alınan bir fetvanın ise ancak olayın geçmişine yönelik bir hüküm verebileceğini belirtmişti.  

Yine İttihatçılara göre, devlet içerisinde nizamı ve şer'i mahkemeler gibi bir ayrımın varlığı, her iki mahkemenin zaman zaman birbirine aykırı ilâmlar çıkarmalarına yol açıyor, bu da hükümeti zor durumda bırakıyordu.

Siyasal iktidar bütün bunları bir araya getirip değerlendirdiğinde bir devlette din işleri ile yargı işlerinin birbirinden ayrılması ve farklı nezaretlerin bünyesinde toplanması zorunluluğunu düşündü. Şeriyye mahkemeleri ve bu mahkemelerin üst mercii olan Meclis-i Tedkikat-ı Şeriyye ve Kazaskerlik bütünüyle Adliye Nezareti’ne bağlanarak hem adli mekanizma içerisinde bir bütünlük oluşturulacak, hem de Meşihat Dairesi’nin sadece diyanet işleriyle uğraşarak çok daha verimli çalışmalar yapması sağlanacaktı.

İttihat ve Terakki Partisi’nin bu tutumu üzerine, şeriyye mahkemelerinin Meşihat Dairesi’nden alınarak Adliye Nezareti’ne bağlanması amacıyla 8 Şubat 1917 tarihinde bir kanun layihası hazırlandı. Tartışmalar sonucunda, hazırlanan kanun layihası bazı küçük değişikliklerle son şeklini aldı ve 12 Mart 1917 tarihinde çıkartılan bir irade-i seniyye ile yürürlüğe girdi. Kanunun hükümlerine göre Meşihat Makamı’na bağlı bütün daireler Adliye Nezareti’ne bağlandı. Daha önceki tarihlerde şeriyye mahkemeleriyle ilgili çıkartılan ve uygulanmasından şeyhülislamın sorumlu tutulduğu bütün kanun ve nizamnameler kaldırıldı ve yeni çıkartılan bu kanunun uygulanmasından Adliye Nazırı sorumlu tutuldu.

Şer’i mahkemelerin Adliye Nezareti’ne bağlanması, siyasal iktidarın İttihat ve Terakki Partisi’nin elinde olması ve özellikle muhalefetin susturulmuş olması nedeniyle tepki görmedi. Ancak, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle İttihatçı önderlerin ülke dışına kaçması ve siyasal iktidarın el değiştirmesi, İttihatçı uygulamalara muhalefeti de beraberinde getirdi. Özellikle Mütareke döneminde şeriyye mahkemelerinin Adliye Nezareti’ne bağlanması karşısında İslamcı kesimden çeşitli tepkiler yükseldi.

Konuyla ilgili tepkilere daha fazla duyarsız kalamayan hükümet, şeriyye mahkemelerinin yeniden Meşihat’a bağlanması amacıyla bir kanun layihası hazırlığına girişti. Bu kanun layihası, 15 Kasım 1918 tarihinde tamamlandı. Meclis-i Vükela’da yapılan görüşmeler sonucunda kanun layihası üzerinde incelemeler yapacak, şeyhülislamın başkanlığında bir encümenin oluşturulmasına karar verildi. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ye göre şeriyye mahkemelerinin Meşihat’ın bünyesinden ayrılması, İttihat ve Terakki Partisi’nin dini devletten ayırma yolundaki düşüncelerinin bir yansımasıydı. Yine şeyhülislama göre bu düzenleme gerçekleştirilirken Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan gayrimüslimlerin nikâh, boşanma vb. dini konular içerisinde yer alan davalarının patrikhanelere iade edilmiş olduğu unutulmuş ve Müslüman tebaa mağdur edilmişti. İşte bu mağduriyetin bir an önce giderilmesi, yani şeriyye mahkemelerinin en kısa süre içerisinde yeniden Meşihat’a bağlanması zorunluydu.

Mustafa Sabri Efendi’nin sadarete gönderdiği tezkire şeriyye mahkemelerinin Meşihat’a iadesi sürecini hızlandırdı. Hazırlıkları tamamlanan kararname, 3 Mayıs 1920 tarihinde padişahın iradesiyle yürürlüğe girdi. Bu kararnameyle kazaskerlik ve evkaf mahkemeleri dahil bütün şer’i mahkemeler Meşihat Makamı’na iade edildi. Şer’i mahkemeler Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar Meşihat Dairesi’ne bağlı olarak çalışmalarını sürdürdü.

Eğitim

Din Dersleri

II. Meşrutiyet döneminde de mekteplerde okutulan din dersleri konusunda Meşihat Makamı’ndan çeşitli isteklerde bulunuldu. Örneğin İslamcı Volkan gazetesi yazarlarından Fârukî Ömer okullarda inançla ilgili dini ilim kitaplarının çok olduğunu, ama maddi ve manevi meziyetlere bağlı olan din felsefesi hakkında hiç kitap olmadığını belirtiyordu.

Ulemanın büyük bir kesimi onu destekleyerek mekteplerde yetişen münevver fikirlilerden ekserisinin dinsiz, binaenaleyh ahlaksız olmalarını da din derslerinin içerik açısından eksik olmasına bağladılar. Bir kısım ulema, konuyla ilgili düzenleme isteklerini şeyhülislama iletirken, diğer bir grup ise eksikliğini duydukları din felsefesi alanında çeşitli kitapların hazırlanması ve mekteplerin son sınıflarına yeni dersler konulması için Maarif Nezareti’ne danışmayı uygun buldular. Fakat ne Meşihat ne de Maarif Nezareti mekteplerde okutulan din derslerinin içerik açısından düzenlenmesi girişiminde bulundu.

Medrese Eğitimi

II. Meşrutiyetin ilanından sonra, medreselerin ve talebelerin eğitim açısından içinde bulunduğu durum ve eğitim sisteminin gelişen çağa ayak uyduramaması, gerek Meclis-i Mebusan’da, gerekse ulemanın kendi arasındaki tartışmalarda sık sık gündeme gelmişti.

Konu, Meclis-i Mebusan’da ilk kez, Erzincan Mebusu Osman Fevzi’nin takriri üzerine gündeme alındı (1909). Takrirde kısaca, istibdat yönetimi ve Meşihat Dairesi’nin içinde bulunduğu karışıklıklar nedeniyle medreselerin büyük bir tükeniş içine girdiği, ulemanın maddi imkânsızlıklarının bu tükenişi hızlandırdığı belirtilerek, medrese talebelerinin göreceği derslerin düzenlenmesi, sınavlarının daha büyük bir dikkatle yapılması ve maddi durumun bir çözüme kavuşturulması istendi.  

Konu aynı tarihlerde ilmiye sınıfı içerisinde de etraflıca tartışıldı. Ulema, konuyla ilgili çözüm önerilerini daha çok medreselerin eğitim anlayışlarının değiştirilip niteliğin yükseltilmesi noktasına dayandırdı. Bu bağlamda ileri sürülen ıslahat önerilerinin asıl hedefi bir zamanlar Avrupalıların kendi eğitim sistemlerini düzenlemede örnek aldıkları, Çandarlı Kara Halil, Köprülü Fazıl Ahmed Paşa gibi başarılı insanlar yetiştiren medrese eğitim sistemine yeniden ulaşmaktı. Ulema, bu hedefe ulaşmak için öncelikli olarak medreseleri içinde bulundukları duruma sürükleyen nedenlerin açıkça ortaya koyulması gerektiği düşüncesindeydi. Bu nedenler şöyleydi: Eğitimin belli bir program içerisinde yürütülmemesi, öğrencilerin gördükleri derslerden sınava tabi tutulmaması, eğitim sırasında öğrencilerin maddi açıdan geçimlerinin temin edilmemesi, eğitim suresinin on sekiz yıl gibi uzun bir zamana yayılması, öğrencinin bir yıl içerisinde ancak altı ay eğitim ile meşgul olabilmesi, yabancı dillerin okutulmaması, derslerde okutulması gerekli kitapların İlmî bir heyet tarafından seçilerek, seçilen bu kitapların eğitim sırasında kullanılmasının zorunlu koşulmaması gibi.

Ulemanın büyük bir kesimi medreselerin belli bir düzenlemeye tabi tutulması gerektiği konusunda hemfikirdi.

Meclis-i Mebusan’da ve ulema arasında yoğun bir tartışma döneminden sonra, medreselerin düzenlenmesine yönelik ilk sistemli çalışma 27 Şubat 1910’da çıkartılan Medâris-i İlmiyye Nizamnamesi oldu. Bu nizamname ile medreselerin yönetim kurullarının oluşumu ve görevleri belirli temel ilkelere oturtuldu, talebenin medreselere kabulü, uyması gereken kurallar ve görevleri saptandı, ayrıca eğitim usulleri, dersler ve sınavlar hakkında ayrıntılı bilgiler verildi.

Meşihat Dairesi yeni birtakım düzenlemeler getirmeye devam etti. Bu düzenlemelerden biri, 1913 yılının sonlarında, Meşihat içinde oluşturulan “Islah-ı Medâris ve Tensik-i Tedrisat Encümeni” idi (Medreselerin Islahı ve Eğitimin Düzenlenmesi Encümeni).  

16 Mart 19140 Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi şeyhülislamlık görevine getirildi. Evkaf nazırlığı döneminde medreselerin ıslahı için hükümetten daha fazla para talep ederek önemli girişimlerde bulunan Mustafa Hayri Efendi, şeyhülislamlığı döneminde de önemli bir adım atarak Islah-ı Medâris Nizamnamesi’ni hazırlattı. 1 Ekim 1914 tarihinde yayınlanan bu nizamname ile İstanbul medreselerinin merkezi bir sistem içerisinde toplanarak ıslahı öngörüldü. Bu amaçla İstanbul’daki medreselerin “Darü’l-hilafeti’l-Aliyye Medresesi” adıyla bir araya getirilmesi hükme bağlandı. Yeni oluşturulan bu medrese, her biri dörder yıllık eğitim dönemlerinden oluşan üç bölüme ayrılmıştı.

Nizamname, bu medreseye alınacak talebelerin en az altı yıllık Mekteb-i İbtidaî’yi bitirmiş olmalarını şart koşmakta, ders programlanın belirlemekteydi Avnca daha önce planlanan ancak uygulamaya konulamayan Medresetü'l-Mütehassısin (Uzmanlar Medresesi) projesi de uygulama şansı bularak, bu medresenin Süleymaniye Camii içinde kurulması hükme bağlandı. Darül-hilafetıl-Alıyye Medresesi’nin ders programlarında gerekli görüldüğü takdirde Meşihat tarafından görevlendirilecek bir komisyonla düzenlemeler yapılabileceği de belirtildi.

1917'de Medâris-i İlmiyye Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle, Osmanlı Devleti sınırları içerisindeki bütün medreselerin Meşihat Makamı'na bağlılığı kabul edildi. İstanbul’daki medreselerin Darü'l-hilâfeti’l Aliyye Medresesi adıyla çalışmalarını sürdürmeye devam edeceği hükme bağlandı. Ayrıca yine İstanbul’daki Süleymaniye Medresesi bir ihtisas medresesi olarak varlığını sürdürdü. Bu kanunla, taşra medreselerinin düzenlenmesi, ihtiyaç duyulduğunda yeni şubelerin açılması yetkisi de Meşihat Makamı’na verildi.  

Bütün bu düzenlemelerle Meşihat Makamı medreselerle ilgili konularda karar verme yetkisine sahip en üst düzeydeki makam durumuna geliyordu. İttihat ve Terakki Partisi, Meşihat Dairesi’ni sadece diyanet işlerinden sorumlu bir daire konumuna getirmeye çalışırken, medreselerin idaresini dini konuların kapsamında gördüğünden bu daireden ayırmak için herhangi bir girişimde bulunmaya gerek görmedi. İttihat ve Terakki Partisi’nin konuya yaklaşım biçimine yine kendi içinden karşıt sesler yükseldi. Ziya Gökalp, Meşihat’ı sadece diyanet işlerinden sorumlu bir kurum durumuna getirirken, medreselerin bu daireyle mevcut bütün bağlarının kesilmesi gerektiği düşüncesindeydi.  

Kültür Sayfası

bottom of page