top of page

Diyanete Bırakılan Görev Alanları

i.kara.jpg

Prof.Dr.İsmail Kara'nın Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam (Dergâh: 2016) adlı kitanından kısaltılarak alınmıştır.

Kanunda zikredilen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetki ve sorumluluk alanlarıyla görevleri din/diyanet ayrımını vurgulayan konuşmaların ruhuna tamamen uygun bir şekilde düzenlenmiş, daha doğrusu sınırlandırılmıştır. 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunun birinci maddesi şöyledir: 

“Türkiye Cumhuriyeti’nde muamelât-ı nâsa dair olan ahkâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği hükümete ait olup, din-i mübin-i İslâmın bundan mâada itikadât ve ibadâta dair bütün ahkâm ve mcsâlihinin tedviri ve müessesât-ı diniyenin idaresi için Cumhuriyet’in makaranda bir Diyanet İşleri Reisliği makamı tesis edilmiştir”.

40 yıl sonra 22 Haziran 1965 tarih ve 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun”un birinci maddesi ise şöyle düzenlenmiştir: 

“İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlık’a bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur”.

1961 anayasası ile genel idare içine alınan (md. 154) Diyanet, 1982 anayasasında müstakil bir maddeye konu olacaktır. Bu madde kuruma hem laiklik ilkesi doğrultusunda bir yer tayin etmekte hem de görevlerinin istikamet ve muhtevasını belirlemektedir: 

“Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasî görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir”

Kanun Diyanet’e üç görev ve yetki alanı tayin etmektedir: 

  1. İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek,

  2. İbadet yerlerini yönetmek,

  3. Din konusunda toplumu aydınlatmak.

 
Hukukun Dışarıda Bırakılması

Fıkralara bakıldığında dikkati çeken ilk şey dinin önemli bir alanı olan “muamelât”ın (hukuk) tamamen dışta bırakılması ve bu tasarrufun, “muamclât-ı nâsa [insanların hukukî muamelelerine] dair olan ahkâmın [hükümlerin] teşri ve infazı [yasama ve yürütmesi] TBMM ile onun teşkil ettiği hükümete ait(tir)” ifadesiyle doldurulmasıdır. Çizilen bu çerçeveye, İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk alanlarıyla muamelât alanının birbirinden ayrılmasının imkânsızlığı zaviyesinden bakıldığında, siyasî merkezin hem düşünce hem de uygulama düzeyinde inanç, ibadet ve ahlâk alanlarını da tabiî muhtevası ve sınırları içinde bırakmayı düşünmediği kuvvetle tahmin edilebilecektir. Nitekim icraat da böyle olmuştur. 

Ahlak

Dikkati çeken ikinci husus ise 633 sayılı kanuna giren “ahlâk” kelimesidir. Kanunun hükümet teklifinde “ahlâk” kelimesinin olmadığını biliyoruz. Yani sadece muamelat değil ahlâk da dinle, diyanetle alakalı bir alan olarak düşünülmemiştir. Geçici komisyonun kanuna ilave ettiği bu kelime Meclis’te tartışmalara konu olmuş ve güçlükle geçebilmiştir. Üniversite mensubu bir hukukçu, kanunun çıktığı yıllarda yazdığı bir makalede “ahlâk” mefhumunun kanuna girişini şöyle yorumlamıştı: 

“Daha birinci maddesinde Başkanlığa, ahlâk alanında görev verilmiştir: Başkanlık, İslâm dininin ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütecektir, denmiştir. İslâm dini, hayatın her safhasını ve bu her safhanın düzenlenmesini kapsar. Her safhasına ait ahlâk kuralları koyar. Bu itibarla, Başkanlık, geniş-bütün hayatı kapsayan bir işler demeti görecektir. (...) 1965 kanunu, açık olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkanlığı koyduğu tâli [ikinci derecede] ve tâbi ve ancak ‘itikatlar ve ibadetler’ alanında yetkili bir idare cüzü olma yerinden dışarı çıkarmıştır. Ona, topluma, dinsel bir yön verme faaliyetlerinde bulunma yetkisi tanınmıştır. Millî ahlâkı ve millî kültürü bile din çerçevesinde inşa imkânını vermiştir. Çünkü Başkanlık, toplumu din açısından aydınlatacak, İslâm dininin ahlâk esaslarına uyduracak, millî ülkülere din kanalı ile bağlanmayı sağlayacaktır.” 

Aslında diyanet-ahlâk ilişkisinin siyasî münakaşalara konu olmasının yakın tarihi 1947 CHP Kurultayı’na kadar uzanmaktadır. Laiklik meselesinin de uzunca tartışıldığı bu kurultayda birçok milletvekili ve delege Türk toplumunun o gün içinde bulunduğu sosyal, siyasî çözülmenin önüne geçilebilmesi ve Komünizm tehdidinin göğüslenebilmesi için dinin, hususiyle İslâm ahlâkının öne çıkarılmasını önemli bir mesele olarak gündeme getirmiş, bunun için de Diyanet İşleri Başkanlığının güçlendirilmesini, din derslerinin okul müfredatlarına alınmasını ve hem orta hem de yüksek eğitim sırasında din tedrisatının yer almasını savunmuştur. Birkaç konuşmacının yüksek tahsil sırasında okutulmasını tavsiye ettiği dersler arasında İslâm Tarihi, İslâm Felsefesi ve Mukayeseli Dinler Tarihi yer almaktadır. 

Kurultay’da dinî terbiye ile ahlâkî terbiye arasında zaruri bir ilişki görmeyen ve bu konuda tamamen modern/ laik bir söylem tutturan tek konuşmacı o sırada Diyarbakır milletvekili olan Fazıl Ahmet Aykaç’tır. Aykaç Kurultay’ın genel temayülünü şöyle tenkit etmektedir: 

“(...) Arkadaşlarımız fikri, mefhumu birbirine karıştırdılar. Halbuki dünyada terbiye-i diniye, terbiye-i ahlâkiye ayrı ayrı şeylerdir. (...) Terbiye-i diniye eksikliği insanların ahlâkî durumunu behemahal ihlâl eden bir hadise olsa idi bugün burada Atatürk’ün adını nasıl kemâl-i tebcil ile yad ederdik? Demek ki tarihin ve ilmin terbiye-i vicdaniyernizde, terbiye-i ahlâkiyemizde fevkalâde bir tesiri olduğuna, tamamen bîtaraf bir şahit olarak, birçok misâller göstermek kâbildir.”

Camilerin İdaresi

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetki ve sorumluluklarım tayin eden ilk iki fıkrada kastedilen şey esas itibariyle yalnızca camileri idare etmekle sınırlıdır. Camilerin yapımı, teşviki, düzenlenmesi, ihtiyaçlarının tespiti konusunda daha düne kadar Diyanet’in hiçbir yetki ve sorumluluğunun olmadığı, altı çizilerek hatırlatılmalıdır. Nitekim camilerin idaresi Diyanet’in Donatım Müdürlüğü’ne bağlıdır ve söylenen / yazılanların aksine bugüne kadar cami yapımı ve onarımı için Diyanet bütçesinden ayrılan / verilen herhangi bir tahsisat yoktur. Tarihî yapı olarak eski camilerin Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesinden tamir giderlerinin karşılanması dışta tutulursa yeni cami yapımı veya yeni camilerin tamiri için kamu bütçesinden de bugüne kadar herhangi bir tahsisat yapılmış değildir. (Benim müttali olduğum birkaç istisnayı zikretmek gerekirse; 70’li yıllarda diğer Müslüman ülkelerin yardım yapmaları üzerine Türk hükümetinin de Ankara Kocatepe Camii’ne 25 milyon yardım tahsisi ve 1989 yılında ibadete açılan TBMM Camisi’nden bahsedilebilir). 

28 Şubat sürecinin ardından, Mart 1998’den itibaren “irtica yasaları”yla gündeme gelen Diyanet’in cami ve mescitler üzerindeki yetki ve sorumluluklarının genişletilmesi talebinin ise hareket noktası itibariyle müspet bir niyet anlamı taşımadığı, siyasî müdahale alanlarının genişletilmesinin ve halkın cami yapmak konusunda ortaya koyduğu iradenin kontrol altına alınmasının amaçlandığı açıktır. Açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla “Diyanet’in camilerin yapımı ve idaresiyle” ilgili mekanizması şöyle işleyecektir: Cami yapmak isteyen özel veya tüzel kişiler yer ve plan göstererek Diyanet’e baş vuracak. Diyanet gösterilen bölgede camiye ihtiyaç olup olmadığına ve gösterilen yerin uygunluğuna karar verecek, karar müspet olursa caminin hangi plana göre yapılacağını tayin edecektir.

Bu talep ve kararlar doğrultusunda kanuni düzenlemeler yapılarak; 

  1. 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kanunu’nun 35. maddesi tamamen değiştirilmiştir. Maddenin yeni şekli şöyledir: “Cami ve mescitler Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izni ile ibadete açılır ve Başkanlık’ça yönetilir. Hakiki ve hükmi şahıslar tarafından yapıldığı halde izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan cami ve mescitlerin yönetimi üç ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca buralara imkânlar nispetinde kadro tahsis edilir. Kadro tahsis edilinceye kadar buralarda görev yapanların mesleki ehliyetleri ile ilgili esas ve usuller yönetmelikle düzenlenir”.

  2. İmar Kanunu’na eklenen bir madde ile de ilk defa imar planlarının cami yerleri göz önüne alınarak hazırlanması mevzuata girmiştir: “Ek madde 2. İmar planlarının tanziminde, planlanan beldenin ve bölgenin şartlan ile müstakbel ihtiyaçları göz önünde tutularak lüzumlu cami yerleri ayrılır. İl, ilçe ve kasabalarda müftünün izni alınmak ve imar mevzuatına uygun olmak şartıyla cami yapılabilir. Cami yeri, imar mevzuatına aykırı olarak başka maksatlara tahsis edilemez”.

 

Bu kararların üzerinden fazla zaman geçmeden bir gazetede şu haber yer almıştır: 

“Yargıtay'ın Kararı: Camiler Kumu Malı: Yargıtay, camilerin, kamu tüzel kişileri dışında, özel ve tüzel kişilerin (vakıf, demek) mülkiyetine konu olamayacağı gibi, bu yerlerin yönetim ve tasarrufunun da bu kişilere bırakılamayacağına karar verdi. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi, camilerin Müslümanların ibadetine mahsus umuma açık mabetler olduğuna işaret etti. Bu niteliğinden dolayı camilerin kamu malı olduğu ifade edilen kararda, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’da son yapılan değişiklikle, cami ve mescitlerin Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile açılıp yine Başkanlık’ça yönetileceği hükmüne yer verildiği hatırlatıldı. Aynı değişiklikte gerçek ve tüzel kişiler tarafından yapıldığı halde izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan cami ve mescitlerin yönetiminin 3 ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredileceği hükmünün de getirildiği kaydedildi”.

Bütün bu gelişmelere ve kararlara rağmen bir önceki Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun bu sürece nerede ise tamamen sahip çıkarak Diyanet’le camiler arasındaki ilişkilere dair verdiği beyanat zikre değer: 

“Türkiye’de cami yeri tahsis etmek, cami yapımına karar vermek, camiyi yapmak tamamen Diyanet’in dışında işler. Belediyeler cami yeri tahsis ediyorlar. Bazen belediyeler tahsis etmiyor, şahıs arsasını bağışlıyor. Bir demek kuruluyor, cami yapımına başlanıyor. Bu camiler kaç kişilik olmalı, nerede olmalı, bu tamamen o derneğin bulduğu mimar, mühendisle kendi arasındaki bir konu. (...) Camilerin estetik olarak en azından Osmanlının bize bıraktığı çizgide korunması gerekiyor. Ama hep ticari kaygılar var. Diyanet kadro veremiyor, kadro verse imam veremiyor. Cami yapanlar diyorlar ki; biz ne zamana kadar Diyanet’e yalvaracağız? Ne yapalım, bu caminin ortasına bir tane süpermarket açalım. Buranın geliriyle bir imam, bir müezzin buluruz. Caminin ışığını, elektriğini, suyunu karşılarız. Ama olan din hizmetlerine oluyor”.

Halkın Din Konusunda Aydınlatılması

Diyanet, inanç ve ibadet meselelerinin eğitimi, düzenlenmesi ve teşviki konularında vaaz, hutbe, kitap neşri vb. gibi dolaylı araçlara sahiptir. Bu dolaylı araçlar arasında her Cuma günü camilerde okunan hutbelerin Diyanet tarihi boyunca din siyaset ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi açısından önemli bir konu ve yeni dinî yorumların ve tavırların benimsetilmesi yolunda bir nüfuz vasıtası, bir hissiyat oluşturma ve bilgilendirme aracı olarak mütalaa edildiği ve kullanıldığı görülmektedir. Onun için imamların, hatiplerin okuyacakları hutbeleri kendilerinin hazırlaması veya merkezden gönderilen standart hutbeleri okumaları konusu -biraz da din görevlilerinin meslekî yeterlilikleri ve fikri yapılarıyla alakalı olarak gündemi işgal eden bir mesele olmuş ve tartışılmıştır. 

Şubat müdahalesinden itibaren Cuma günleri camilerde okunan hutbeler Diyanet merkez teşkilatı veya müftülükler tarafından hazırlatılıp gönderilen hutbelerdir. 

Diyanet’in din eğitiminin muhteva, program, istikamet ve uygulamasının tamamen dışına itilmesi, resmi televizyon ve radyolardaki dinî programlarda doğrudan belirleyiciliğinin olmaması, dinî hayrî vakıflardan bütünüyle tecrit edilmesi ona biçilen mahdut yeri göstermekten ötede çok yönlü problemlerin ve karışıklıkların doğmasına da zemin hazırlamış gözükmektedir.

Eski Diyanet İşleri başkanlarından Tayyar Altıkulaç ve M. Sait Yazıcıoğlu bu konuda haklı olarak şunları söyleyeceklerdir: 

“TRT Türkiye’de ikinci bir Diyanet İşleri Başkanlığı mı ki din programı yapıyor ve devlet adına ‘toplumu din konusunda aydınlatmaya’ çalışıyor? Bu yanlıştır. (...) Laik devletin laik bir kurumu olacaksınız, din konusunda kamu önünde yetkili ve sorumlu kılınmış kuruluşun, yani Diyanet İşleri Başkanlığının hazırlamadığı veya inceleyip onaylamadığı [dinî] programlan halka sunmaya çalışacaksınız. Bu saygısızlıktır. Anayasaya da aykırıdır”.

“TRT’nin dinî yayınlar konusunda Diyanet’ten görüş isteyip sonra da Başkanlığın tekliflerini ‘incelemeye bile gerek görmedik’ diye geri çevirmesi karşısında görüşlerini açıklayan Prof. Yazıcıoğlu, ‘TRT yetkilileri bize cevap verme gereği bile duymadan aşağılayıcı bir şekilde basma açıklama yapmışlar. Bunu Diyanet’e karşı yapılmış bir hakaret olarak kabul ediyoruz’ dedi”.

1947 CHP Kurultayı’nda bu meselenin gündeme geliş tarzına bakıldığında tam oturmayan ve ihtiyaçları karşılayacak şekilde işlemeyen mevzuatın problemlerinin çok erken fark edildiği, hatta baştan bilindiği söylenebilir. Birkaç örnek vermek gerekirse: 

“Evet bugün için bir Diyanet İşleri Reisi mevcuttur. Diyanet İşleri Dairesi’nin yetişecek olan nesle din öğretmek hususunda bir teşkilatı yoktur. Yalnız inhilâl eden [boşalan] müftilik ve imamlıklara eskiden kalmış mahdut kimseleri tayin etmekten başka bir vazife de ifa etmemektedir” (Çorum delegesi Abdülkadir Güney).

 “[Gayrimüslim cemaatların] Evkaf idarelerini kendilerine vermişiz. İslâm dinine mensup olan cemaatın başına ‘Diyanet İşleri Reisi’ diye birisini oturtmuşuz. Fakat hiçbir iş yapmayarak, kollan bağlı olarak bırakmışız, boyuna teşbih çekmesine müsaade etmişiz” (Seyhan milletvekili Sinan Tekelioğlu).

“Diyanet İşleri [din] dersler[iy]le meşgul olmalıdır. Ona, memleketin fevkalâde muhtaç olduğu[nu], memleketin her tarafında kendilerine ihtiyaç bulunduğunu görmemek mümkün olmayan imam ve hatipleri yetiştirmek için izin vereceksiniz” (İstanbul milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver).

Doğrudan din işleriyle ilgili konular olmalarına rağmen 1927’de hutbelerin, 1932’de ezan, salâ ve tekbirlerin Türkçeleştirilmesi, 1934’te Ayasofya Camii’nin müze haline dönüştürülmesi gibi kararlar siyasî merkezin tasarrufu olarak gerçekleştirilmiş. Diyanet İşleri Başkanlığı ise ya görüşüne hiç baş vurulmadan veya aykırı görüş bildirmesine rağmen alman bu kararları uygulamaya, hatta doğruluklarını savunmaya icbar edilmiştir. Meselâ ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, 1933 yılında, Türkçe ezan konusunda bazı ihmal ve suistimallerin yapıldığının Dahiliye Vekâleti’nce bildirilmesi üzerine müftülüklere şu tamimi göndermek mecburiyetinde kalmış/ bırakılmıştır: 

“(...) Şer‘an memnu [yasak] olmayan böyle Türkçe ezan ve kamet hakkında bazı müftiler tarafından tereddüte meydan verildiği anlaşılmıştır. Binaenaleyh bu tamimin vusûlünü müteakip umum ilmiye memurları, imam ve hatiplere kati tebligat icrası ile en ufak bir muhalefet irtikâb edeceklerin kati ve şedid mücazâta [cezalandırmaya] maruz kalacakları tamimen beyan olunur efendim”.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın “din konusunda toplumu aydınlatma” yetki ve görevi için yaptıkları ise camilerdeki vaaz ve hutbeleri düzenlemek, dinî sorulara cevap (fetva) vermek ve yayın yapmakla (kitap, dergi, takvim, kaset...) sınırlıdır. Diyanet yayınlarının muhteva ve istikameti ve “din konusunda toplumu aydınlatma” ile irtibatları başlıbaşına bir konudur. Bu meseleyi başka bir bölümde ele aldığımızdan burada tafsilata girilmeyecektir. Fakat siyasî merkezin, başından itibaren Diyanet’in yayınlarından beklentisinin iki paralel çizgi doğrultusunda yürüdüğünü söyleyebiliriz. Biri “hurafelerden arındırılmış” dinî bilgi ve kültür verme, İkincisi de dinin devlet, cumhuriyet ideolojisi ve inkılaplarla bir şekilde uzlaştırılmasıdır. 1949 yılında Diyanet bütçesi Meclis’te görüşülürken söz alan CHI Ordu milletvekili Hamdi Şarlan’ın, kurumun biri halka, diğeri aydınlara yönelik olmak üzere iki dergi çıkarmasını teklif ederken gerekçe olarak şunları söylediğini görüyoruz: 

“…Diyanet İşleri’nin haftalık biri avâma diğeri havâsa ait iki mecmua çıkarıp hurafesiz hakiki dinin ne olduğunu ve bu arada devlet ve inkılap esaslarının hangi bakımdan korunacağının da lazım geldiğini sağlamak elzemdir. Bu sayede dindar vatandaşın inkılap prensipleri dairesinde itikadâtma ve ibadâtına ve ahlâkına ait konuların dışına çıkmak salahiyetini haiz bulunmadığını o mecmualardan bilmesi, öğrenmesi lazımdır”.

Din Eğitimi

İlk ve orta tedrisattaki din eğitimi ile doğrudan din eğitimi yaptığı var sayılan, aynı zamanda Diyanet teşkilatına da personel yetiştiren İmam Hatip Liseleri bütünüyle Milli Eğitim Bakanlığı’na, İlahiyat Fakülteleri de üniversiteler kanalıyla YÖK’e bağlıdır. Yüksek din eğitimi veren Yüksek İslâm Enstitüleri de YÖK uygulamasına kadar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı yüksek okul statüsünde faaliyet göstermiş, bu tarihten itibaren İlahiyat Fakültesi’ne dönüşmüştür. 

Bu ciddi problem yani Diyanetin din konularının ve din eğitiminin dışında bırakılması 1924 yılından itibaren bilinen ve resmi makamlarla ilim ve fikir adamları tarafından tartışılan bir konu olmasına rağmen bugüne kadar kayda değer hiçbir mesafe alınamamıştır. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin meşhur raporunda bu problemin acil bir mesele olarak ve tarihî bir çerçevede ele alınmış olmasını bir örnek olarak verebiliriz: 

“Bugün Ankara Üniversitesi’nde açılan İlahiyat Fakültesi’ne gelince: Bunun durumuna dair bir şey söylemeden önce buna takaddüm eden bazı hadiseler hakkında kısa bir izahatta bulunmak faydalı olur zannederim. Bilindiği veçhile Diyanet İşleri Başkanlığı 3 Mart 1340 tarih ve 429 sayılı kanunla teşekkül etmiştir. O kanuna göre, dinî işleri tedvir etmek, cami ve mescitleri idare eylemek Başkanlığın esas vazifelerindendir. Başkanlık, bütün köylere kadar şamil bulunan bu vazifesini layıkile yapabilmek için İslâm dininin bütün inceliklerine, şark ve garp felsefesine vakıf yüksek din adamlarına, halkımızı irşad edecek kudretli müftülere, vaizlere, kendisine hürmet telkin ettirecek imam ve hatiplere muhtaçtı. Bunları Milli Eğitim Bakanlığı yetiştirecekti. Çünkü yukarda da arzedildiği gibi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bütün dinî müesseseler de ona devredilmişti ve adım ‘İmam-Hatip Mektebi’ne çevirdiği bu dinî müesseselerde binlerce yetişmiş talebe vardı. Fakat sonradan bu müesseselerin de kapatılmış veya kapanmış olduğunu görüyoruz. 

Tevhid-i Tedrisat namı altında evvela bu müesseseler Maarif Vekâleti’ne devir ve sonra askerî mektepler tekrar Milli Savunma Bakanlığı’na iade edildiği ve birçok Vekâletlere de meslekî mektepler açmak salahiyeti verildiği halde Diyanet İşleri Başkanlığı’na böyle bir salahiyet de verilmemiştir. Halbuki [Türkiye’deki] papaz mekteplerine asla dokunulmamıştı. Yalnız İslâm din adamlarının yetişmesine mahsus bu hareket yüzünden din adamları o kadar azaldı ki birçok köylerde cenaze yıkayacak adam bile bulunamaz oldu. Bu ihtiyacı, muhtelif zamanlarda yüksek makamlara yaptığımız müracaatlarla, verdiğimiz raporlarla belirttik. Nihayet, Büyük Millet Meclisi’nin geçen devresinde sunulmuş olan iki layiha ile bu cihet açıklandı. Bu suretle iş matbuata da aksetti. Bu layihalarda dinî ihtiyaç ve bunun sebepleri bütün üryanlığı ile gösterilerek Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı muhtelif dereceleri ihtiva eden dinî bir müessesenin açılması lüzumu belirtiliyordu. Bu haklı ve yerinde olan talep hususi bir komisyona havale edilmiş, neticede, istenilen bu din müesseseleri yerine Üniversite’ye bağlı bir ‘İslâm İlahiyat Fakültesi’ açılmasına, ilk mekteplerin dördüncü ve beşinci sınıflarına ihtiyari din dersi konulmasına, imam ve hatip ihtiyacını önlemek üzere de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından on aylık kurslar açılmasına karar verilmişti. Üniversite dahilinde açılacak olan bu fakülteden maksat burada bilhassa İslâm ilimlerine ehemmiyet verilerek güya istediğimiz din adamlarının yetişmesini temin etmekti. Halbuki sonradan fakülteye ait olmak üzere üniversite tarafından hazırlanmış olan kanunda ‘İslâm" kelimesi de kaldırılarak yalnız ‘İlahiyat (Teoloji) Fakültesi’ diye teklif edilmiştir. Bu fakülteye girebilmek için sadece lise mezunu olmak kâfi görüldü. 

Binaenaleyh bugünkü [Ankara] İlahiyat Fakültesi katiyen memlekete lüzumu olan din adamlarını yetiştirecek bir durumda değildir. Ve bu şerâit altında bunun imkânı yoktur. Bununla beraber Üniversite dahilinde böyle bir fakültenin bulunmasına muarız değiliz. Öyle bir müessese de bulunabilir. Bizim istediğimiz ise bu değil, belki memleketin her sahadaki dinî ihtiyaçları ile mütenasip yüksek İslâm âlimleri yetiştirebilecek hakiki bir din müessesesidir. Ve bu da dünyanın her tarafında olduğu gibi, ancak Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından idare edilmek suretiyle olacaktır. Bunun bir an evvel açılması ise memleket için hayati bir zarurettir”. 

Diyanet’e bağlı olan fakat Milli Eğitim Bakanlığı’nın da teftiş hakkı bulunan Kur’an kursları ile Diyanet’in eğitim merkezleri bu genel hükmün nispi ve zayıf istisnalarıdır. Fakat -8 yıllık mecburi eğitim düzenlemeleri sırasında ciddi yaralar alan Kur’an kurslarının hafızlık yaptırmak ve Kur’an okumasını öğretmek gibi -programlarda ilmihal bilgileri de vardır büyük ölçüde teknik bir eğitime yönelik olduğu, Eğitim Merkezleri’nde ise kısa dönemli meslekî olgunlaştırma kurslarının yapıldığı unutulmamalıdır. 1976 yılında Tayyar Altıkulaç’ın ısrarlı çalışmalarıyla açılan Diyanet’e bağlı Haseki Eğitim Merkezi de müftü ve vaizlere yönelik bir olgunlaştırma eğitimi vermekle beraber gerek maksadı ve eğitim süresinin 2 yıl olması gerekse Arapça ve dinî ilimler ağırlıklı programı itibariyle “din eğitimi” sınırlarına bir ölçüde dahil edilebilir. 

633 sayılı kanunun 5. Maddesi Din İşleri Yüksek Kurulu’na “Kuruluşa eleman yetiştiren okulların meslek dersleri ile diğer okullardaki din derslerinin kitap, müfredat ve programları hakkında rapor hazırlamak ve gerektiğinde ilgililerle işbirliği yapmak” görevini yüklemekte ise de bugüne kadar işlerliği ve etkisi olmayan bir madde hüviyetinde kalmıştır.

Kültür Sayfası

bottom of page