Resmi Diyanetten Farklı Bir Diyanet Oldu mu?

Prof.Dr.Ä°smail Kara'nın Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak Ä°slam (Dergâh: 2016) adlı kitanından kısaltılarak alınmıştır.
​
BaÅŸtan beri tasvir etmeye ve deÄŸerlendirmeye çalıştığımız Diyanet aslında ağırlıklı olarak resmi Diyanet’tir. Bir baÅŸka deyiÅŸle Ankara’nın görmek istediÄŸi, bunun için de fikren ve fiilen inÅŸa edip desteklediÄŸi Diyanet... Bugün için Milli Güvenlik Kurulu binasının karşısında -mimari estetikten yoksun olsa da- devasa bir binaya sahip, giriÅŸ katının iç duvarı özel olarak büyük Atatürk kabartmalarıyla süslenmiÅŸ, 100 bin civarında personeli olan, bütçesi birkaç bakanlıktan fazla, köylere ve mahallelere kadar Anadolu’nun en ücra köÅŸelerine eleman gönderebilen/ bulundurabilen, Avrupa’da, ABD’nde, Balkanlar’da, Kıbrıs’ta ve Türki cumhuriyetlerde kurumlan ve görevlileri olan, Türkiye Diyanet Vakfı sayesinde daha “sivil”, hayrı, akademik-kültürel ve ticarî faaliyetler dc yapabilen bir manzume...
​
Dıştan ve uzaktan bakıldığında cesametli ve büyük bir yapı, içten ve yakından bakıldığında ise daha ziyade ÅŸiÅŸkin...
​
BeÅŸerî ilimlerle biraz üst düzeyde uÄŸraÅŸan herkesin bildiÄŸi üzere Cumhuriyet Türkiyesi’nde birçok siyasî ve sosyal hadise tam da Ankara’nın istediÄŸi gibi/istediÄŸi istikamette bir seyir takip etmemiÅŸtir. Arzu edilen ve programlananla gerçekleÅŸen arasındaki bu mesafe birçok baÅŸka hadisede ve kurumda olduÄŸu gibi aslında beklenebilir hatta tabiî bir durumdur.
​
Dinle alakalı birçok meselenin ve iÅŸin, bu arada Diyanet’in de 80 küsür yıllık tarihi içinde ana siyasetleri deÄŸiÅŸtirmeyen ama siyasî merkezin çizgilerini aÅŸan/zorlayan farklı yüzleri ve tecrübeleri olmuÅŸtur. Türkiye’de din-siyaset iliÅŸkileri ve bu iliÅŸkiler içinde Diyanet’in yerini doÄŸruya ve gerçeÄŸin tamamına olabildiÄŸince yakın bir ÅŸekilde görebilmek için bunlara da bakılmalıdır. Yine de bu farklı yüzlerin ve geliÅŸmelerin siyasî merkezin bilgisi, arzusu veya müsamahası istikametinde mi teÅŸekkül edip geliÅŸtiÄŸi yoksa Türk halkının, Türk tarih ve kültürünün, dinî anlayış ve geleneklerimizin kontrol edilemez uzantıları -hatta zaman zaman bazı mihrakların öne çıkardığı üzere Ä°slâm ülkelerinin, ABD’nin Türkiye’ye empoze etmek istedikleri yeÅŸil/ılımlı Ä°slâm politikaları olarak mı vücut buldukları sorusu çok yönlü cevaplar beklemektedir.
​
Bu farklı tezahürler ve resmi çizgileri aÅŸan/zorlayan hususlar, tecrübeler, geliÅŸmeler acaba nelerdi? sorusu birkaç noktanın altı çizilerek cevaplandırılabilir düÅŸüncesindeyiz:
​
Diyanetin Osmanlı Döneminde YetiÅŸmiÅŸ Kadroları
1968 tarihinde göreve baÅŸlayan onuncu baÅŸkan Lütfi DoÄŸan’a kadar Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı koltuÄŸuna oturan zatlar (R. Börekçi, Åž. Yaltkaya, A. H. Akseki, S. HayırlıoÄŸlu, Ö. N. Bilmen, H. H. Erdem, T. Gerçeker, Ä°. Elmalı, A. R. Hakses) dahil olmak üzere 1950’li, 60’lı yıllara kadar kurumda görev alan müftü, vaiz, imam ve Kur’an Kursu hocalarının kahir ekseriyeti Osmanlı döneminde yetiÅŸmiÅŸ, o dönemin din anlayışına ve terbiyesine sahip müderris, dersiam, hafız, imam vb. kiÅŸilerdi. Bu kiÅŸiler ÅŸu veya bu düzeyde Osmanlı modernleÅŸmesinin ve bu süreçte teÅŸekkül eden din siyaset iliÅŸkilerinin ve kısmen laik/seküler unsurlar da ihtiva eden yeni din anlayışlarının içinden gelmekle beraber son tahlilde halifenin, ÅŸeyhülislâmın bulunduÄŸu, âlimlerin ve ÅŸeyhlerin yaygın ve kabul görmüÅŸ üst bir otoriteye ve itibara sahip oldukları, yaÅŸantı, iddia, arzu ve beklentiler itibariyle -teknik manasıyla daha dinî ve manevî bir dünyaya mensup kiÅŸilerdi.
​
Sayılan hayli kabarık ve büyük ÅŸehirlerden memleketin en ücra köÅŸelerine kadar varlıklarını sürdüren bu kiÅŸiler medreselerin kapatılması ve din eÄŸitim öÄŸretiminin büyük ölçüde devre dışı bırakılmasıyla neticelenen Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924) ile tekkeleri kapatan ve tasavvuf tarikat dünyasını bütün unsurlarıyla gayrimeÅŸru ilân eden Tekke ve Türbelerin Åžeddine Dair Kanun’un iÅŸsiz güçsüz, kırgın, itilmiÅŸ ve itibarsız hale getirdiÄŸi kiÅŸiler olmakla beraber kahir ekseriyeti itibariyle Cumhuriyet idaresine aktif bir muhalefette bulunmadılar. Siyasî merkez de çoÄŸu Milli Mücadele’yi destekleyen, ilk Meclis’te ciddi oranda temsil edilen bu grubu bir blok olarak tamamen dışlamadı ve karşısına almadı (muhtemelen böyle bir dışlamayı tehlikeli gördü). Bütün müderris ve dersiamlara yaşına ve hizmetine bakılmadan emeklilik hakkı verildi; gerekli ÅŸartlan taşıyanların hakimlik ve öÄŸretmenlik yapmalarına, Diyanet, Adliye ve Maarif teÅŸkilatları baÅŸta olmak üzere Cumhuriyet bürokrasisine katılmalarına prensip itibariyle karşı çıkılmadı.
​
Aktif bir muhalefet söz konusu olmamakla beraber çok da mütecanis olmayan bu grubun Cumhuriyet ideolojisinin din politikalarından, din eÄŸitimi ve öÄŸretimi ile cami hizmetlerinin seviyesinden, Diyanet’in statüsünden, daha da önemlisi dindarlık, ahlâk ve maneviyat itibariyle umumi gidiÅŸten memnun olmaları beklenemezdi. DoÄŸrudan Diyanet’te görev alanlar halk katmanlarındaki manevî otoritelerini de kullanarak siyasî merkezin onlara verdiÄŸi görevleri, muhtevasını ve sınırlanın hayli gevÅŸeterek veya geniÅŸleterek icra ettiler; ayrıca gayrı-resmi olarak hafızlık yaptırdılar, medrese dersleri okuttular, kıraat ve medrese icazeti verdiler, eski harflerle yazı yazmayı / yazdırmayı önemseyerek sürdürdüler; kasaba ve köylerde olanlar sarık, takke ve cüppe dahil olmak üzere eski (ve yasak) kıyafetleriyle bir geleneÄŸin ve tarzın takipçileri olarak vazifelerini yapmaya devam ettiler; camiler baÅŸta olmak üzere dinî müesseselerin (hususen Kur’an Kurslarının, Ä°mam Hatip Okullarının, vakıf ve derneklerin) ayakta kalmasını ve yenilerinin yapılmasını bir ÅŸekilde saÄŸladılar.
​
12 Eylül darbesine kadar makamında gayrı-nizami sarıkla veya takke ile oturan sakallı müftüler, makam odasına ayakkabı çıkarılarak girilen müftülükler vardı. Dış kıyafet olarak tekpartili yıllarda ÅŸapka, daha sonra kasket giyen, büyük ÅŸehirlerde kravat takan müftüler de makamlarında büyük oranda kravatsız ve takke ile otururdu. Müftülüklere Osmanlılardan kalma bir adlandırma olarak fetvahane, müftüye hürmet ifadesi olarak müftü efendi veya hocaefendi denmesi de yaygındı.
1960 Ä°htilâli sonrasında Ä°stanbul müftüsü Bekir Haki Yener’i ziyaret eden Osman Öztürk ÅŸunları yazıyor: Müftülük makamında kendilerini ziyarete gittim. Her zamanki gibi mestli ayaklarını koltukta altına almış, başında takkesi ve elinde telefon ahizesi...’’;
Yusuf hoca 12 Eylül sonrası ÅŸartlarda resen emekliye sevk edilecektir. Sebebi Atatürk fotoÄŸrafının olmadığı makam odasına ayakkabıların çıkarılarak girilmesi hususunda ısrarlı olması. “Fetvahane"ye geliÅŸigüzel girilecek deÄŸil ya!
​
12 Eylül yönetimi ve Tayyar Altıkulaç baÅŸkanlığındaki Diyanet, devam edegelen bu teamüllere bir daha geri gelmeyecek ÅŸekilde son verdi. Bugün Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı ve müftülükler binaları, personelleri, kıyafetleri, teamülleri itibariyle nerede ise kendilerine mahsus hiçbir dinî / manevi sembol ve kimlik iÅŸareti taşımayan, tarihî kiÅŸilikten yoksun sıradan bürokratik kiÅŸilikler, mekânlar halitası haline gelmiÅŸtir.
​
Fahri Din Adamları
Esas itibariyle Diyanet’e ait hizmetlerin önemli bir kısmı (imamlık, vaizlik, Kur’an Kursu hocalığı...) 1950’li yıllara kadar umumiyetle, 1980’lere kadar da azımsanamayacak ölçüde resmi görevli / memur statüsünde olmayan, maaşı halk tarafından ödenen veya geçimini baÅŸka iÅŸler yaparak kendisi saÄŸlayan çoÄŸu hizmet ehli ve tavır sahibi hocalar tarafından yürütülmüÅŸtür. (Unutmamak gerekir ki 1950 gibi geç bir tarihte bile Diyanet’e baÄŸlı cami görevlilerinin -imam, hatip, müezzin, kayyım- sayısı sadece 4503’tür. 1927 yılında bu rakamın 5668 olduÄŸu hesaba katılırsa geçen çeyrek yüzyıl içinde, nüfus ve imam ihtiyacı arttığı halde resmi cami görevlilerinin sayılarının artmadığı, bilâkis azaldığı görülecektir).
​
MesleÄŸe sadakat ve hizmete baÄŸlılık açısından önceki maddede zikrettiÄŸimiz grupla benzerlikleri fazla olan bu insanların nispeten daha serbest ÅŸartlarda çalıştıkları ve arzulu bir ÅŸekilde, “Allah rızası için” dinî hizmetler verdikleri hesaba katılmalıdır. “Allah rızası”nın içinde vazife ve mesuliyet anlayışından daha ötede sistemin hiç deÄŸilse din politikalarını elden geldiÄŸince deÄŸiÅŸtirmek ve dönüÅŸtürmek, en azından boÅŸluklardan yararlanarak elden geleni yapmak iradesi ve tavrı da vardır. Ulaşım, iletiÅŸim ve haberleÅŸme imkânlarının, basın-yayın organlarının, bunlara baÄŸlı olarak siyasî nüfuzun bugüne göre hayli sınırlı olması da farklı ve döneminin ÅŸartları içinde verimli bir din hizmeti anlayışının ortaya çıkıp serpilmesini mümkün kılmıştır.
​
Cemaat Yapıları
1924 ve 1925 yıllarında alınan radikal kararlar sonrasında cemaat ve tarikat yapılarının bir kısmı ciddi bir statü ve itibar kaybına uÄŸrayıp zayıflarken veya tamamen ortalıktan çekilirken diÄŸer bir kısmı -tabir caizse- yarı resmi kuruluÅŸlar haline gelmeye doÄŸru seyretmiÅŸtir. Anlaşılan o ki "yarı resmileÅŸme” dediÄŸimiz bu süreç hem tarikat ve cemaatların hem de siyasî merkezin farklı sebeplerle de olsa bir ÅŸekilde benimseyip sahip çıktığı açık veya örtük bir iliÅŸkiler manzumesine dönüÅŸmüÅŸtür.
​
Çok partili hayata geçildikten sonra ise parti tercihleri dahil olmak üzere karşılıklı iliÅŸkiler büyük ölçüde aleniyete dökülecek ve süreç biraz daha normalleÅŸecektir86. Bu sürecin Diyanet’e yansıyan tarafları çoÄŸunlukla uyum içinde veya karşı tarafı zora sokmayacak bir çerçevede cereyan etmiÅŸ, cemaat ve tarikat mensupları rahatlıkla Diyanet çatısı altında çalışma ve kendi meÅŸreplerini sürdürme imkânı bulabilmiÅŸtir. Meselâ müstakil tekkesi olmayan tarikat gruplarının 28 Åžubat sürecine kadar ayin ve zikirlerini Diyanet’e baÄŸlı camilerde icra etmeleri umumiyetle müsamaha ile karşılanmış, hatta resmiyete intikal etmeyen izinlerle, belki biraz da kontrol amaçlı olarak bu türden faaliyetlere kapı açılmıştır.
​
Çatışmanın öne çıktığı dönemler ve gruplar da elbette olmuÅŸtur; 70’li yıllarda Süleyman Hilmi Tunahan cemaatı ile Hüseyin Hilmi Işık cemaatı, yayınlara ve basına yansıyacak ölçüde Diyanet’le sert bir üslupla ve açıkça çatışma halindedir. “Diyanet imamları”nın arkasında namaz kılmamak boyutlarına kadar varacak olan bu çatışmanın, dinî hassasiyet farklılıklarından ötede baÅŸkaca siyasî ve maddî sebepleri de elbette vardır.
​
Hukuken gayrimeÅŸru olan fakat siyaseten ve fiilen varlıkları devam eden cemaat ve tarikatlarla siyasî merkez arasındaki iliÅŸkiler Diyanet’le de irtibatlı olarak 12 Eylül sonrasında yeniden gözden geçirilmiÅŸ, tadil ve tashihlerde bulunulmuÅŸ, çatışma alanları olabildiÄŸince giderilmiÅŸtir. O yıllarda Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanı olan Tayyar Altıkulaç’ın, 70’li yıllardaki çatışmaların merkezindeki kiÅŸilerden biri olarak bu yeni düzenlemelerde aktif ve belirleyici rolleri olmuÅŸtur.
​
DoÄŸu Medreseleri
DoÄŸu ve GüneydoÄŸu Anadolu’da yaygın olan ve -hoca ve talebe kadrosu itibariyle hepsi Kürt olmamakla beraber- daha ziyade Kürt medreseleri/DoÄŸu/Åžark medreseleri adıyla bilinen müesseseler, söz konusu etmeye çalıştığımız konu açısından daha hususi bir yere ve öneme sahiptir. Bu müesseselerin başında bulunan zatlar, biraz da bölgenin özellikleri gereÄŸi hem müderris/imam, hem tarikat mensubu/ÅŸeyh (çoÄŸu Halidî NakÅŸî, bir kısmı Kadirî) hem de bazen aÄŸa/mal-mülk sahibidir. Onların bu konumları ihmale uÄŸramış din eÄŸitimi ve öÄŸretimi ile dinî hizmetlerin, gayrı-resmi olarak ve güçlü maneviyat unsurları da taşıyacak ÅŸekilde ısrarla yürütülmesinde çok etkili olmuÅŸtur. Ä°ç göç sebebiyle nispeten büyük ÅŸehirlere ve Anadolu’nun diÄŸer bölgelerine de intikal eden bu gelenek ve anlayış 80’li yılların ortalarından itibaren bölgede ciddi sosyal problemlere kaynaklık eden hadiseler ve terör sebebiyle zaafa uÄŸramış, yer yer tamamen ortadan kalkmıştır.
​
Kur’an Kursları
50’li yılların ikinci yarısından itibaren NakÅŸî ve müderris Süleyman Hilmi Tunahan’ın talebeleri tarafından açılıp organize edilen Süleymancı kursları da medrese eÄŸitimi, tarikat irtibatı, eski yazının kullanılması ve kısmen hafızlık konularında DoÄŸu medreselerine benzer bir fonksiyon icra etmiÅŸ, medrese dersleri okutan, hafızlık yaptıran, gayrı-resmi olarak cami hizmetlerinde bulunan birçok kiÅŸi yetiÅŸtirmiÅŸtir. (Süleymancı kurslarının medrese eÄŸitimi seviyesinin DoÄŸu medreselerine göre zayıf olduÄŸu bir gerçektir).
​
1965 yılında çıkarılan Diyanet teÅŸkilat kanunu, o tarihten itibaren kadrolu imam olmak isteyenler için asgari olarak Ä°mam Hatip Okulu'nun 4 yıllık birinci devre mezuniyeti ÅŸartını getirmiÅŸtir. Fakat aynı kanun bir de sadece ilkokul mezuniyeti ve müftülüklerdeki imtihanla tespit edilecek mesleki bilgi yeterliliÄŸi isteyen vekil imamlık statüsü ihdas etmiÅŸ ve bu yolla birçok imam tayin edilmiÅŸtir. 24 Mart 1977 tarihli bir düzenleme ile tamamı (12 bin kiÅŸi) kadrolu/asil hale gelecek bu vekil imamlar yoluyla, buraya kadar özetlediÄŸimiz ÅŸartlarda yetiÅŸen, din ve hizmet anlayışları nispeten farklı, yer yer merkezî teÅŸkilatı zorlayacak özelliklere sahip cami görevlileri Diyanet teÅŸkilatının içine dahil olmuÅŸtur. Süreç içinde hafızlık yapmış, medrese eÄŸitimi almış, özel ÅŸartlarda yetiÅŸmiÅŸ birçok kiÅŸi de dışarıdan Ä°mam Hatip Okulu’nu bitirme imtihanlarına girerek Diyanet içindeki statüsünü tahkim edip yükseltmiÅŸ veya bu yolla teÅŸkilat içine girme hakkını kazanmıştır.
​
Diyanetin Kararları
Cumhuriyet tarihi boyunca siyasî merkezin dinî meselelerle alakalı taleplerini karşılamak, modernleÅŸme istikametinde yeni dinî yorumların önünü açmak / yapılan yeni yorumlan meÅŸrulaÅŸtırmak ve halkın dini algılama ve yaÅŸama biçimini sönükleÅŸtirmek, deÄŸiÅŸtirip dönüÅŸtürmek dışında “Farklı bir Diyanet de oldu mu?” sorusunu cevaplayabilmek için baÅŸ vuracağımız son bilgi ve belgeler, baÅŸörtüsü ve Türkçe ibadet konularında Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı’nın Din Ä°ÅŸleri Yüksek Kurulu aracılığıyla aldığı ve kamuoyu ile paylaÅŸtığı tarihî deÄŸere ve öneme sahip ciddi, ihatalı kararlardır. Bu kararların tarihlerini ve bazı maddelerini zikretmek gerekirse;
-
Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı’na bakan devlet bakanı emekli subay Mehmet ÖzgüneÅŸ’in talebi üzerine Din Ä°ÅŸleri Yüksek Kurulu’nun 30. 12. 1980 tarihinde yani 12 Eylül ihtilâlinden birkaç ay sonra “Ä°mam-Hatip Liselerinde okuyan kız öÄŸrencilerin kıyafetleri hakkında”ki raporunun 4 ve 6. maddesi ile sonuç paragrafı ÅŸöyle düzenlenmiÅŸtir:
“Müslüman hanımların baÅŸlarını örtmeleri, vücutlarının el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlenme caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları, bazı çevrelerce sanıldığı gibi belli bir zümrenin sonradan ortaya çıkardığı bir adet veya iÅŸaret [siyasal simge. Ä°K.] deÄŸil, Ä°slâm Hininin bir hükmüdür. Bu husus yukarıda delilleriyle açıklanmıştır. Bu emirlerin bir gereÄŸi olarak kadınların örtünmesi milletimizin de bir örfü haline gelmiÅŸtir.
Ülkemizdeki hanımların çoÄŸunluÄŸunun, yaÅŸlı hanımların ise hemen hemen tamamının günümüzde de baÅŸlarını örtmeleri bunun en açık kanıtıdır. Üstelik hanımların söz konusu kıyafetlerinde (yani baÅŸlarını kapatmalarında ve dinin emrettiÄŸi ÅŸekilde örtünmelerinde), kamu düzenine, genel ahlâka ve kanunlara aykırı bir durum olmadığı da açıktır. (...).
​
“6. Milli EÄŸitim Bakanlığı [tarafından Devlet Bakanlığı’na gönderilen] yazısında kadınların örtülü kıyafetlerinin ‘Atatürk ilkelerine tamamen aykırı’ olduÄŸu ifade edilmekte ise de genel ahlâka ve kanunlara aykırı olmayan her türlü kadın kıyafetinin Atatürk devrim ve ilkelerine aykırılığı sözkonusu deÄŸildir. (...) Esasen Atatürk’ü ve ilkelerini, çoÄŸu zaman yapıldığı gibi dinimizin kadın kıyafetiyle ilgili hükümlerine karşı göstermek, memleketimiz yararları ve Atatürk ilkelerinin benimsenmesi açısından sun derece sakıncalı bir tutumdur. Müslüman Türk vatandaşı ‘Ya Allah’ın emri ya Atatürk ilkeleri’ ÅŸeklinde son derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılmamalıdır. Unutulmamalıdır ki örtünmek dinin bir emridir ve Atatürk dinimizin en son ve mükemmel din olduÄŸunu çeÅŸitli vesilelerle birçok defalar ifade etmiÅŸtir.
​
“Sonuç: Belirtilen sebeplerle Ä°mam Hatip Liselerinin yönetmeliÄŸinde, dinimizin Müslüman kadınların örtünmesiyle ilgili hükümlerine aykırı, anayasamızın tanıdığı kiÅŸinin temel hak ve hürriyetlerini zedeleyici ve sözü edilen okulların yönetim, eÄŸitim ve öÄŸretim faaliyetlerini olumsuz yönde etkileyici nitelikte hükümlerin yer almasının uygun olmayacağı mütalaa olunmuÅŸtur”.
​
-
“Müslüman hanımların baÅŸlarını örtmeleri, vücutlarının el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlenme caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları, bazı çevrelerce sanıldığı gibi belli bir zümrenin sonradan ortaya çıkardığı bir adet veya iÅŸaret deÄŸil, Ä°slâm dininin bir hükmüdür. Bu husus yukarıda delilleriyle açıklanmıştır. Bu emirlerin bir gereÄŸi olarak kadınların örtünmesi milletimizin de bir örfü haline gelmiÅŸtir. Ülkemizdeki hanımların çoÄŸunluÄŸunun, yaÅŸlı hanımların ise hemen hemen tamamının günümüzde dc baÅŸlarını örtmeleri bunun en açık kanıtıdır. Üstelik hanımların söz konusu kıyafetlerinde (yani baÅŸlarını kapatmalarında ve dinin emrettiÄŸi ÅŸekilde örtünmelerinde), kamu düzenine, genel ahlâka ve kanunlara aykırı bir durum olmadığı da açıktır”. (Diyanet Ä°ÅŸleri BaÅŸkanlığı, Din Ä°ÅŸleri Yüksek Kurulu Kararı, 30 Aralık 1980)
-
Son yıllarda Türkiye’de en ziyade tartışmalara konu olan Ä°slâm dininde kadının kıyafeti ve örtünme/ baÅŸörtüsü/türban meselesi ile ilgili olarak Din Ä°ÅŸleri Yüksek Kurulu’nun 3. 2. 1993 tarihinde aldığı kararın netice kısmı:
-
Gerek erkeklerin ve gerekse kadınların gözlerini haramdan korumaları,
-
Kadınların, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik caiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri,
-
BaÅŸörtülerini, saçlarını, baÅŸlarım, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek ÅŸekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin; Kitap, sünnet ve Ä°slâm âlimlerinin ittifakı ile sabit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dinî bir vecibedir”.