Islahat Fermanı Sonrası Eğitim
Aynur Erdoğan'ın Türkiye’de Yurtdışına Öğrenci Gönderme Olgusunun Sosyolojik Çözümlemesi adlı Yüksek Lisans Tezimden (İstanbul Ünv.: 2009) kısaltılarak alınmıştır.
Avrupa’da Osmanlı Okulu
(1856) Avrupa’ya Gönderilen Öğrencilerin Durumu
1856 yılı, Islahat Fermanının ilanının dışında yurtdışına öğrenci gönderimiyle ilgili de bir dönüm noktası olma özelliğinden dolayı önemli bir yıldır. 1856-57 yıllarında hem yurtdışına yeni öğrenciler gönderilmiş ve hem de Avrupa merkezlerinde ve özellikle Paris’te bulunan öğrencilerin durumlarının tespiti için ve uygulamanın verimliliğini ölçmek için çalışmalarda bulunulmuştur. Çünkü öğrenciler farklı okullara dağıtılmış durumdadırlar ve bu halleriyle denetimden yoksun oldukları gibi masrafları da önemli boyutlara ulaşmıştır.
Yurtdışına gönderilen öğrencileri bulundukları merkezlerdeki elçiler takip etmektedir. Paris elçisi Mehmed Cemil Bey Paris’teki öğrencilerin takibini sağlayabilmek için komisyon oluşturulması teklifini Fransız Maarif Nazırına iletmiştir. Cemil Bey ve Rouland arasındaki yazışmada hem kurulacak komisyon şekillenmiştir hem de mevcut duruma çözüm olarak ortaya çıkan okul açma düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Oluşturulan komisyon öğrencileri bir dizi imtihandan geçirmiştir. Durum hiç de iç açıcı değildir. Birçok öğrenci Paris’teki iki eğitim yılına rağmen aritmetiğin temel işlemlerinin, coğrafya ve tarihin en basit kavramlarının ötesine geçememiştir. Fransızca dilini ise belli bir akıcılıkla konuşuyor olsalar da imla ve gramerde bir hayli eksiktirler.
Aslında daha beş yıl önce, 1851’de öğrencilerin teftişi için Paris’e giden Maarif-i Umumiye Nazırı Kemal Bey tarafından gönderilen raporda öğrencilerin genel durumuna ilişkin çizilen tablodan bu tarihe gelince neden bu düzenlemelere gidildiği anlaşılmaktadır. Kemal Bey, öğrencilerden askeri tahsil görmekte olan beş öğrencinin haricinde, diğerlerinin sorumluluklarını yerine getirmedikleri sonucuna varmıştır. Bunlar eğitimleriyle meşgul olacaklarına uygunsuz hareketlerde bulunmaktadırlar. Paris’e geleli dört ya da beş sene geçmiş olmasına rağmen üç senede tahsili gereken ilmi tahsil edememişlerdir. Yaşları da geçkin bu öğrenciler hal ve tavırlarıyla yeni gelenlere kötü örnek olarak onları da etkilemektedirler. Kemal Bey’in raporunda devletin bu kadar masraf ederek yurtdışına gönderdiği öğrencilerden istediği verimi alamamasının doğurduğu endişe okunmaktadır.
1857 yılında kurulan komisyonun, öğrencileri imtihana tabi tutmaları ve sonuçtan memnun kalmamaları Fransız Maarifinin içinde Osmanlı öğrencilerini bir araya toplayarak takiplerini kolaylaştıracak ve Fransız yüksekokullarına girmeden önce öğrencilerin temel bilimleri öğrenmelerini sağlayacak ortaokul mahiyetinde bir merkez kurma kararı almasına sebep olmuştur.
(1857-1865) Fransa’da Mekteb-i Osmani’nin Kurulması
Komisyondan çıkan karar doğrultusunda ve Sultan Abdülmecid’in izni ve arzusuyla 1857’de açılış töreniyle okul tahsil hayatına başlamıştır. Mekteb-i Osmani’de öğrencilerin Fransız okullarında okutulan derslerden istifade edebilecek düzeye gelebilmeleri için gerekli edebiyat ve bilim dersleri okutulmuştur.
Okul kurallarının Osmanlı eğitim sisteminden beslenmediği açıktır. Okul Fransız Maarifine bağlıdır ve Fransız eğitim sisteminin kuralları geçerlidir. Okulun ilk müdürü 1877’de Galatasaray Lisesi müdürü olacak olan Ali Nizami Bey’dir.
1863 yılı sonu itibarıyla Ali Nizami Bey görevini Esad Efendi’ye devretmiştir. Esad Efendi müdürlüğünü teslim aldığı okula çeki düzen verilmesi gerektiğini düşünmüş ama planları gerçekleşememiştir. Çünkü Dersaadet’ten okulun kapatılmasına ilişkin kararın gelmesi çok sürmedi. 1865’te okulun kapatılmasına karar verilmiştir. Kapatılmaya ilişkin Padişahın buyruldusuna bakıldığında karara yine Esad Efendi’nin daha önce gönderdiği bir raporun temel ve referans olduğu görülmektedir.
Esad Bey’e göre Paris’te eğitim görüp İstanbul’a dönmüş öğrencilerden bazıları beklenen eğitimi almış ve ihtiyaç duyulan donanıma sahip olmuş olsa da çoğu kendileriyle ilgili alana dair bilim dallarından yeterince istifade etmemiştir. Osmanlı Devleti’nin bu kadar külliyetli masraf ederek yurtdışına öğrenci göndermekteki amacı her dalda yetkin adamlar yetiştirmek olduğuna göre bunların az vakitte, az masrafla alanlarında en iyi eğitimi almaları ne şekilde mümkün olacaktır?
Esad Efendi’nin öncelikli tartıştığı konu, Osmanlı okullarından mezun öğrencilerin mi yoksa tahsile yeni başlayacakların mı gönderilmesi gerektiği meselesidir. Ona göre eğer öğrenci Osmanlı okullarından mezun olduktan sonra gönderilirse yaşı en az yirmi beş olacaktır. Buraya geldiğinde de altı ila sekiz sene tahsil görmesi gerekecektir. Dil öğrenimi de eklenince on seneye varan bir tahsil süresinin kişide bıkkınlık oluşturacağı muhakkaktır. Bu yaşta önemli okullara kabul edilme ihtimali de düşüktür. Diğer taraftan dil öğrenimi için dahil olduğu sınıflarda sekiz ila on yaşlarındaki çocuklarla oturup kalkması gerekecektir. Bunu yapamayacağı için dil öğrenmesi de zorlanacaktır. Aynı zamanda bu yaştaki bir kişinin kendi arzu ve heveslerine dalması ve eğitimini ihmal etmesi daha muhtemeldir. Bu durumda da devletin eğitimi için yapacağı masraf beyhude olacaktır. Esad Efendi, bunun yerine küçük yaştaki çocuklar gönderilirlerse tahsil hayatlarının başında oldukları için usanmayacaklarını ve kendi akranlarıyla birlikte olacakları için daha çabuk dil öğreneceklerini savunmaktadır.
Diğer taraftan küçük yaşta gönderilmelerinde de bazı mahzurlar söz konusudur. Şöyle ki, kendi dilini layıkıyla öğrenmeden yabancı devlete gönderileceğinden Türkçeyi bilemeyecek ve çocukluğu dışarıda geçeceği için oranın adetleri doğal gelişimlerine nüfuz edecektir. Bunlar memleketlerine döndüklerinde kendi örf ve adetlerini küçümseyeceklerdir.
Galatasaray Lisesine Giden Yol
Sultan Abdülmecid’in bu çok masraflı uygulama yerine burada okullar açılmasını istediğine değinilmişti. Esad Bey’in raporunu içeren belgeye eklenmiş padişah fermanına göre Sultan Abdülaziz de bu doğrultuda bir karar vererek Mekteb-i Osmani’nin kapatılmasına hükmetmiştir. Çünkü bu masrafla bin beş yüz öğrenciye eğitim verilebilecektir. Kararın gerekçelerini sayan Padişaha göre de dillerini ve dinlerinin hakikatlerini bilmeyen küçük çocukların gönderilmeleri uygun değildir. Buradan mezun kişilerin de orada yeni baştan eğitime başlatılması doğru olmayacaktır. Bu sebeple Harbiye’de Fransa okullarının müfredatına uygun eğitim aldıktan ve dil öğrendikten sonra öğrenciler gönderilerek Fransa Harbiye’sine dahil olmalıdırlar. İki sene bu okulda okuduktan sonra bir sene alaylarda istihdam edilmeleriyle donanımlı subaylar yetiştirilebilir. Yine Tıbbiye mezunları da Fransa okul hastanelerinde staj yaparak eğitimlerini tamamlamalıdırlar. Bu şekilde Mekteb-i Osmani’ye gerek kalmayacaktır.
Padişah uzun vadede bütün yüksek okullar için temel eğitim verecek genel bir ortaöğrenim okulunun açılması için hazırlanılmasını istemiştir. Bunun için önerdiği yer Galatasaray kalesidir.
Amaç öğrencilere yüksek okullara başlamadan önce ve yurtdışına meslek tahsiline gitmeden önce genel bir temel eğitim verilmesidir.
Böylece Mühendishanelerden, Harbiye’den, Tıbbiye’den giderek yurtdışında kendi alanında eğitim alan öğrencilerin dil ve temel eğitim eksikliklerini gidermek amacıyla açılan Mekteb-i Osmani tecrübesi sona ermiş ve onun yerine Osmanlı Devleti dahilinde bu eğitimi verecek okullar açılmaya başlanmıştır. Ayrıca Mühendishane, Harbiye ve Tıbbiye’nin müfredatı geliştirilerek yurtdışındaki emsallerine denk hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yolla öğrencilerin yurtdışında sadece staj eğitimi alarak istenilen seviyeye gelmeleri amaçlanmıştır.
(1868) Galatasaray Lisesi (Mektebi Sultani)
Hasan Sabri Çeliktaş'ın Yüksek Din Eğitimi Anlayışının Değişimi (İstanbul Ünv.: 2017) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
Mekteb-i Sultani, “Avrupa’daki büyük mektepler raddesinde mükemmel ve Osmanlı Devleti’nin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde ulûm ve maarifi tahsil ettirmek” 1868 tarihinde Galatasaray’da kurulmuştur. Okulun eğitimi iki esas üzerine dayanmaktadır. Bunlardan ilki Arapça, Farsça, Osmanlıca (Türkçe) dillerinin öğretimi ve bu dillere ait edebiyattan oluşmaktadır. Söz konusu derslere tüm öğrenciler devam etmektedirler. Okulun Müslüman öğrencilerine de Kur’an-ı Kerim ve tecvit, ulûm-ı diniye, fıkıh, ahlak, akaid, tarih-i İslam, tarih-i enbiya ayrıca verilmektedir. Gayrimüslim öğrenciler de kendi dinlerinin eğitimini almaktadırlar.
Okulun eğitiminin dayandığı ikinci esas ise Fransızca öğretimi ve Fransızca işlenecek olan matematik, hikmet (fizik), hendese, kimya, tarih, coğrafya, edebiyat gibi derslerdir. Bu derslerin hocalarının büyük çoğunluğu yabancı ve yerli gayrimüslimlerden oluşmaktadır.
Mekteb-i Sultani’ye atanan ilk Müslüman müdür Ali Suavi’nin dönemine kadar okulun ilk dokuz on senelik eğitiminde istenilen seviyeye ulaşılamadığı bildirilmektedir. Ali Suavi, II. Abdülhamid Han’a (1876-1909) okul hakkında gönderdiği raporda öğretim yönteminin problemlerinden ve öğrencilerin başarısızlığından bahsetmektedir. Tespitlerden sonra okulun ders programında hem fen derslerinde hem de Arapça, Osmanlıca ve Farsça dillerinde verilen derslerde mühim düzenlemeler yapılmıştır.
Mektebin ilk ve orta derecelerinde ulûm-ı diniye derslerinde Kur’an-ı Kerim, Tecvid, Nimet-i İslam ve Dürr-i Yekta okutulmaktadır. Okulun sınıf-ı ali kısmında Akaid-i İslam dersi bulunmaktadır. Okulun hocalarının öneli bir kısmı müderrislerden oluşmaktadır. Mekteb-i Sultani hocalarının yazmış olduğu eserler diğer okullarda okutulmak üzere model olarak görülmektedir.
Darû'l Fünûn
Aydın Demirtaş'ın Darü'l Fünun'dan Üniversiteye Öğretim Üyelerinin Toplumsal Profilleri (İstanbul Ünv.: 2018) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
Darü’l Fünun’dan Önce Yüksek Öğretim
Belirtmekte yarar var ki; Osmanlıda modern yükseköğretim Darülfünûnla başlamadı. 1900 yılından önce, daha sonra Darülfünûn bünyesine dahil edilerek birer fakülte haline gelen değişik tarihlerde vücut bulmuş birçok yüksekokul mevcuttu. 1826 tarihinde kurulmuş olan Askeri Tıbbiye, 1866 senesinde kurulmuş olan Sivil Tıbbiye ile 1909 yılında birleştirilerek Darülfünûna dahil edildi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi kendi kuruluş tarihini kimi yerde 1826 olarak deklare ederken kimi yerde Fatih Şifahanelerinin kuruluşunu esas alarak kendisini 1470 tarihine takvimlenmektedir. 1944’te şimdiki ismini alan İstanbul Teknik Üniversitesi Mühendishanenin açıldığı 1773 senesini kuruluş tarihi olarak benimsemiştir. Benzer şekilde Hukuk Mektebi 1880, Eczacı Mektebi 1879, Sanayii Nefise Mektebi 1882, Ziraat Mektebi 1847, Orman ve Madencilik Mektebi 1858, Lisan Mektebi 1864 yılında kurulmuştur. Bugünkü Siyasal Bilgiler Fakültesi 1859 yılında açılan Mülkiye Mektebi'nin devamıdır.
Dariülfünun Fikri
Darülfünûn fikrinin ilk zikredildiği tarih Berlin Üniversitesinin açılışından yaklaşık kırk yıl sonradır, dolayısıyla Darülfünûn modern üniversiteyi model almıştır. Yani 1809’dan önce Osmanlının bir üniversite açma düşüncesi taşıması mümkün değildir. Çünkü bu tarihten önceki üniversitelerin zaten bizdeki medreseden çok farkı yoktur. Eski üniversite kiliseyle kurumsal bağları olan ve müfredatlarında dini ve klasik eserlerin yer aldığı bir kurumdur.
Prof. Dr.Mustafa Öcal'ın Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi (Dergâh: 2017) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
Osmanlı Devleti’nin medrese dışında ve yükseköğretim seviyesinde müstakil bir üniversite anlayışıyla kurup geliştirdiği kurumun adı Daru’l-Fünûn’dur. Daru’l-Fünûn zamanla gelişip Cumhuriyet döneminde İstanbul Üniversitesi’ne dönüşmüştür.
Daru’l-Fünûn’un kuruluşu ile ilgili ilk düşünce ve teşebbüs 21 Temmuz 1846’ya kadar uzanır. Ancak bina yapımı vb. hazırlıklara rağmen bu teşebbüsten bir sonuç alınamamıştır.
(1863) Darülfünun’un İlk Açılışı
Daru’l-Fünûn’un ilk açılışı, Abdülaziz Han (1861-1876) zamanında 12 Ocak 1863 Pazartesi günü Ayasofya Camii’nin yakınında yaptırılan bir binada gerçekleşmiştir. Bu tarihte, Keçecizade Mehmet Fuat Paşa’nın emri ve gayreti sonucu Derviş Paşa’nın konferans şeklinde verdiği Fizik dersiyle Daru’l-Fünûn ilk defa öğretime başlamıştır. Onu, Hekimbaşı Salih Efendinin Biyoloji, Ahmet Vefik Efendinin Tarih Felsefesi dersleri izlemiştir. Sonra Tabii Coğrafya, Astronomi, Deneysel Fizik dersleri verilmiştir. Ancak, dersler konferans şeklinde ve birbirinden bağımsız olarak verildiği için giderek rağbetten düşmüştür. 1865 yılında çıkan yangında içindeki bütün ders araç-gereçleriyle bina yanınca Daru’l-Fünûn bir müddet için unutulmuştur.
Aynur Erdoğan'ın Türkiye’de Yurtdışına Öğrenci Gönderme Olgusunun Sosyolojik Çözümlemesi adlı Yüksek Lisans Tezimden (İstanbul Ünv.: 2009) kısaltılarak alınmıştır.
1845 yılında kurulma kararı alınan Darülfünun’un açılışı 13 Ocak 1863 tarihinde gerçekleşmiştir. Açılışta daha önce Londra’da ve Paris’te eğitim aldığı görülen Kimyager Derviş Paşa bir konuşma yapmıştır. Fizik ve Kimya bilimlerinin gereği üzerinde durduktan sonra halka açık genel bir derste Fizik ve Kimyanın konularını, amaçlarını, havanın özelliklerini, elektrik kuvveti ve bazı Fizik konularını halkın anlayacağı bir dille anlatarak deneyler yapmıştır. Bu dersi yaklaşık beş yüz kişi izlerken sınıfa sığmayarak dışarıda kalanlar olmuştur. Derviş Paşa’nın Fizik derslerini takip edenler iki senenin sonunda imtihana tabi tutularak başarılı olanlara diploma verilmiştir.
Gerek bu tarihte öğrencileri yüksek öğrenime hazırlayan yetkin ortaöğretim kurumlarının olmayışı ve gerekse Batı bilimlerine vakıf öğretmenlerin henüz yetişmemiş olması Darülfünun’un açılmasını geciktirici sebepler olarak görünmektedir. Bu bağlamda Darülfünun’da okutulacak dersleri görmeleri için 1856 yılında iki hoca Paris’e gönderilmiştir. Bu amaç için seçilen Hoca Tahsin ile Selim Sabit Efendilerin diğer bir görevleri de Paris’te bulunan Müslüman öğrencilere dinlerini öğretmek, gayrimüslim öğrencilere ise Türkçe dersi vermektir. Birisi matematik bilimlerinde, diğeri doğa bilimlerinde tahsil görerek döndüklerinde Darülfünun’da ders vermeleri amaçlanmıştır.
(1869) Maarif-i Umumiye Nizamnamesi
1869 yılı Osmanlı eğitim sistemi için bir dönüm noktasıdır. Modern eğitim sisteminin kuruluşu olarak ifade edilebilecek Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin ilanı bu yıla denk gelir. Bu nizamname Osmanlı eğitim politikasını bir sistem içerisinde toplayan ve örgütleyen ilk resmi nizamnamedir.
Nizamname, Maarif nazırı Saffet Paşa’nın bakanlığında hayata geçmiştir. Saffet Paşa Paris’te tahsil görmüştür ve Türkçe, Arapça, Farsça, Latince, Fransızca, İngilizce bilmektedir. Paris’ten geldikten sonra Hariciye’de çalışmış, üç defa eğitim bakanı olmuş, hariciye bakanlığı ve sadrazamlık yapmıştır.
Yurtdışına tahsile gönderilen öğrenciler artık devlet kadrolarında yer almaktadırlar ve reform çalışmalarında etkin olmaya başlamışlardır. Diğer taraftan yurtdışından dönenlerden okullarda öğretmen olarak istifade olunmuş, modern bilimin yaygınlaşması sağlanmıştır. [28]
1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde Darülfünun’un yeniden kurulması kararı yer almıştır.
Prof. Dr.Mustafa Öcal'ın Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi (Dergâh: 2017) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
(1870) Daru’l-Fünun-i Osmani
Padişah Abdülaziz Han döneminde, 1869’da yürürlüğe konulan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”yle; İstanbul’da “Daru’l-Fünûn-ı Osmani” tesis olunacaktı. Daru’l-Fünûn kendi içerisinde; Hikmet ve Edebiyat, Hukuk, Ulûm-ı Tabiiye ve Riyaziye adıyla 3 şubeden oluşacaktı. Şubelerin öğretim süreleri 3’er yıl olacaktı. Mezuniyetten sonra müderrislik ruûsu (bir nevi doktora) almak isteyenler için süre 4 yıl olarak tasarlanmıştı.
“Giriş” sınavlarını kazanarak burada okumak isteyenlerin önemli bir kısmı medreseli gençlerdi. Dersler herkese açık serbest olarak yapılıyordu. Derslerin tamamını tahsil edip mezun olanlar müderris veya muallim olarak görevlendirilebileceklerdi. Ancak bir müddet sonra Afganlı Şeyh Cemaleddin (1838-1897)’nin Sanayi konusunda verdiği konferansta kullandığı ifadelerin dini inançlara aykırılığı görüldüğünden bazı kişi veya kesimlerin kışkırtmalarıyla Müdür Tahsin Efendi görevden alınmıştır. Cemalettin Efgani yurt dışına çıkarılmış, Daru’l-Fünûn-ı Osmani de 1871’de kapatılmıştır.
Aydın Demirtaş'ın Darü'l Fünun'dan Üniversiteye Öğretim Üyelerinin Toplumsal Profilleri (İstanbul Ünv.: 2018) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
1870 yılında açılan Darülfünun-i Osmani'nin müdürü medrese hocası olarak Fransa’ya giden ve koyu bir materyalist, pozitif bilimlerin tam bir inanıcısı olarak dönen Hoca Tahsin Efendi'ydi. Bu Darülfünun’da eğitim dili geçici süreyle Fransızca olarak kabul edilmişti. Mükemmel muallimler yetiştirilinceye kadar Fransızca takrir olunmak caiz olacaktı. 450 öğrenci kabul edilmişti ve çoğunluğu medrese çıkışlıydı. Bu kurum da ancak iki sene yaşayabildi.
Hasan Sabri Çeliktaş'ın Yüksek Din Eğitimi Anlayışının Değişimi (İstanbul Ünv.: 2017) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
(1870) Kavanin ve Nizamat Dershanesi
Tanzimat’tan sonra oluşmaya başlayan yeni devlet ve hukuk düzeni ile birlikte ortaya yeni kanun alanları ve bunlara uygun mahkemeler çıkmıştır. Bu farklı hukuki ortamı sevk ve idare edecek, yeni kanunları bilip onlara göre hüküm verecek ve bütün bunlardan meydana gelen hukuki yazımı kaleme alacak nitelikli kişilere ihtiyaç duyulmuştur. Bu kişileri yetiştirmek için Maarif-i Umûmiyye Nizamnamesi’nde Darulfünûn-ı Osmani içindeki İlm-i Hukuk Şubesi’ne önemli bir kurum olarak yer verilmiştir. Lakin Darulfünûn’da ilan edilen dersler arasında hukuk ile ilgili sadece bir dersin olması ve hukuk ilminin bütün yönleriyle öğretime konu edinilecek müstakil bir şubede olmaması üzerine yeni hukuki sistemde kendisine ihtiyaç duyulan kişileri yetiştirmek için Divan-ı Ahkam-ı Adliye içerisinde 1870’te Kavanin ve Nizamat Dershanesi adı altında öğrenim süresi bir yıl olan hukuk okulu açılmıştır.
Kavanin ve Nizamat Dershanesi’nde usûl-i kavanin, kanunlar ve nizamnamelerin bir senede okutulacağı ve sene sonunda imtihanda başarılı olacaklara “ruûs ve şehadetname” verileceği belirtilmektedir. Bunlara hak kazananların Nizamiye Mahkemeleri ile diğer devlet dairelerinde istihdam olunacakları ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye mümeyyizleriyle zabıt katiplerinin derslere devamlarının mecbur olacakları bildirilmektedir.
Bu okulun açılışından önce bir nizamname yayımlanmıştır. Nizamnamenin ikinci maddesinde olan Mekteb-i Hukuk’un teşkilidir…”
Prof. Dr.Mustafa Öcal'ın Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi (Dergâh: 2017) adlı kitabından kısaltılarak alınmıştır.
(1874) Darû’l-Fünûn-i Sultani
Daru’l-Fünûn’un üçüncü açılışı da Abdülaziz Han dönemine denk gelmektedir. Maarif Nazırı Saffet Paşa’nın gayretiyle 1874-1875 öğretim yılında bu sefer Daru’l-Fünûn-ı Sultani olarak öğretime başlamıştır. Önce başka bir binada öğretime başlanmakla birlikte bir yıl sonra, bütün teşkilatlan ile birlikte Galatasaray Sultanisi’nin binasına taşınmıştır. Derslerin bir kısmı Türkçe, bir kısmı Fransızca okutulmaktaydı. Bazı hocaları Fransa’dan getirtilmişti.
Bu seferki açılışta Daru’l-Fünûn; İlm-i Hukuk, Ulûmu Fünûn-ı Riyaziye ve Tabiiye, Edebiyat bölümlerinden oluşmuş ve bunların her birine “Mektep” denilmiştir. Öğretim süresi 4 sene olarak benimsenmiş, mezuniyet şartı “doktora imtihanı”na bağlanmıştı. Ancak, gündüzlü eğitim yapıldığı ve İstanbul’un her tarafından öğrencilerin gelip yetişememeleri, Hukuk ve Mühendis Mekteplerinin ayrı birer yüksekokul haline getirilmeleri, bir müddet faaliyetine devam eden Edebiyat Mektebi’nin de kapanması sebebiyle 1881’de tarihe karışmıştır.
Aydın Demirtaş'ın Darü'l Fünun'dan Üniversiteye Öğretim Üyelerinin Toplumsal Profilleri (İstanbul Ünv.: 2018) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
Kapanan Darülfünun 1900 yılına kadar açılamadı ancak Galatasaray Lisesi, Fransızların Osmanlı üzerinde etkinliğini arttırmayı umarak kurdukları hukuk, ekonomi ve mühendislik bölümlerinin eklenmesiyle adeta bir üniversite oldu. Eğitim dilinin Türkçe kitaplar basılana kadar hem Türkçe hem Fransızca olduğu belirtilen bu Darülfünun’a girebilmek için öncekinden farklı olarak idadilerden veya Galatasaray Lisesi'nden mezun olmak gerekiyordu. Burada ve önceki Darülfünun’da çoğu Avrupa görmüş pozitif bilimlere inanmış, aydınlar fizik, kimya, biyoloji, felsefe, tarih konularında konferans tarzı dersler veriyorlardı.
Hasan Sabri Çeliktaş'ın Yüksek Din Eğitimi Anlayışının Değişimi (İstanbul Ünv.: 2017) adlı Doktora Tezinden kısaltılarak alınmıştır.
Darulfünûn-ı Sultani Hukuk Mektebi
Darulfünûn-ı Sultani’de açılan hukuk okulu; medreseyi ve yüksek din eğitimi müfredatında yer alan fıkıh ve usûl-i fıkhı iki yönden etkilemiştir. İlki medresenin dolayısıyla ilmiye sınıfının hukuk alanında gösterdiği faaliyetlere yeni bir alternatif olarak çıkmasıdır. Böylelikle medrese tahsili görenlerin gidebileceği çalışma alanlarını derinden etkilemiştir. İkinci etkisi ise ilm-i fıkhın, müfredatta bulunan Roma ve Fransız hukuk alanlarıyla karşılaşmasıdır. Bu karşılaşma aynı zamanda ilm-i fıkhın diğer hukuk alanlarıyla kıyas edilmesini gündeme getirmiştir. Dolayısıyla yüksek din eğitimindeki müfredatın farklı alanlarla karşılaşması noktasında yeni bir aşama olarak da kabul edebiliriz. Mekteb-i Hukuk’un ders programı arasında usûl-i fıkıh ve fıkıh derslerinin bulunmasıyla birlikte Osmanlı tebaasındaki gayrimüslimler yüksek din eğitimi kapsamına giren bu ilimlerle muhatap olmuştur.
I. Meşrutiyet’in (1876) ilanı ile birlikte devletin işleyişinde yeni bir düzene geçilmesi ve bu düzende hukuki kimlikleriyle etkin olacak yeni bir zümrenin ortaya çıkacak olması Darulfünûn-ı Sultani’deki Mekteb-i Hukuk'un ehemmiyetini arttırdığı görülmektedir.
Mekteb-i Hukuk’a yüklenen bu ve bunun gibi idealler, gayrimüslim idareci ve muallimlerin etkisinde olan kurumun ayrı bir bünyede tesis edilmesini gündeme getirmiştir. Zira Hukuk Mektebi’nin, ilk üç yılında Mekteb-i Sultani ile aynı bünyede olan Darulfünûn-ı Sultani’den ayrılması tartışmaları yaşanmıştır.
Bu noktada bir hukuk mektebinden Babıali’nin ve Sava Paşa’nın (1832-1904) beklentilerinin neler olduğunu ifade etmek, meselenin anlaşılmasına katkıda bulunacaktır. Babıali, yeni kurulacak olan Mekteb-i Hukuk-ı Şahane’nin nizamnamesinin ilk maddesinde belirtildiği üzere hukuk okulunu, yeni çıkarılan kanun ve nizamnameleri bihakkın anlayıp uygulayacak hukukçuları yetiştiren bir eğitim müessesesi olarak görmektedir. Buna karşılık Sava Paşa, hukuk mektebine devletin yeni meşruti düzeninin yürütücülerini yetiştiren bir okul olarak bakmaktadır.
Sava Paşa’nın okuldaki uygulamaları biraz farklı olmuştur. Okulun ders müfredatını, her ne kadar fıkıh ve usûl-i fıkıh dersleri olsa da ağırlıklı olarak Fransızca öğretimi yapılan Roma ve Fransız hukuku çerçevesinde şekillendirmiştir. Okulun öğrenci profili de buna uygun bir anlayışla yetişen ve çoğunluğu gayrimüslim olan öğrencilerden oluşmaktadır. Böylesi bir durum karşısında Babıali hukukçu yetiştirme ihtiyacını, Fransız gözetimi ve tesirindeki bir okul yerine, kendi denetiminin olacağı Adliye Nezareti bünyesinde hukuk okulu açarak karşılama yoluna gitmiştir. Nitekim Ahmed Cevdet Paşa, Mekteb-i Sultani’de Fransızcaya ve Fransız kanunlarına önem verildiğini, Mekteb-i Hukuk-ı Şahane’de ise esas maksadın Osmanlıca ve ilm-i fıkıh olduğunu ifade etmektedir. Bu mektebe kayıt yaptıran talebe-i ulûmun Mecelle derslerinde Hristiyanları geride bırakacağını da belirtmektedir. Adliye Nezareti’ne bağlı açılması düşünülen hukuk okulunun hem müfredatı hem de öğrenci profili başka bir unsurun müdahalesi olmaksızın bizzat belirlenmiştir. Yeni açılacak olan hukuk okulunun 1880’den sonraki müfredat programı ve öğrencilerinin kahir ekseriyetinin Müslümanlardan oluşu Babıali’nin bu tür endişelerinin ortadan kaldırıldığını göstermektedir.
Bu tartışmalar gölgesinde Galatasaray içinde bir müddet daha öğretime devam eden Mekteb-i Hukuk, 1877 yılında eğitime ara vermek zorunda kalmıştır. Bir yıl sonra yeniden derslere başlanan okulda eğitim 1881 yılında son bulmuştur. Okulun eğitime ara vermesi ve sonrasında kısa süreli devam edip kapanmasının sebepleri arasında ekonomik sıkıntıların yattığı ifade edilmektedir. Ekonomik gerekçeler ile kapanan Darulfünûn-ı Sultani’deki Mekteb-i Hukuk’un yerine, yeni bir okul binası yapımı, okulun yeniden mefruşatı ve farklı hoca kadrosu oluşturma gibi maliyet gerektiren hususlardan kaçınılmayarak yeni baştan bir hukuk okulu açılmaya çalışılmıştır. Böylesi bir durum kapanmasındaki gerekçenin, ekonomik sıkıntılara bağlanmasını düşündürücü kılmaktadır.