top of page

Diyanetin Cemaatlere Devri

i.kara.jpg

Prof.Dr.İsmail Kara'nın Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam (Dergâh: 2016) adlı kitanından kısaltılarak alınmıştır.

 “Diyanet İşleri Başkanlığı, dinî bir teşkilat değil, Anayasanın 154. Maddesinde saptandığı üzere genel idare içinde yer almış idari bir teşkilat durumundadır. (...) Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasada yer almasının ve mensuplarının memur niteliğinde sayılmasının, (...) birçok tarihî nedenlerin, gerçeklerin ve ülke koşullarıyla ihtiyaçların doğurduğu bir zorunluk sonucu olduğunda kuşku yoktur. (...) Dinin devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli olarak yetiştirilmesi yoluyla dinî taassubun önlenmesi ve dinin toplum için manevi bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk milletinin çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ana ereğinin gerçekleştirilmesi gibi nedenlere dayanmaktadır]”.

Anayasa Mahkemesi kararı. Resmi Gazete, 15 Haziran 1972

80’li yılların ortalarından itibaren Diyanet İşleri Başkanlığı ve laiklik ilkesi etrafında iki tartışma alanı daha ortaya çıktı. Bunlardan biri “Diyanet’in cemaatlara devri”, diğeri de “Alevilerin Diyanet’te temsili”dir. Son birkaç yılda “harareti” nispeten azalmış bu iki tartışma alanı aslında yeni ortaya çıkmış değil; ikisi de potansiyel olarak 1924 yılından, fiilî olarak çokpartili hayata geçiş tecrübelerinin ilk yıllarından itibaren açık veya örtük olarak dile getirilmektedir. Yeni olan, belki tartışmaların, demokratikleşme ve özgürlükler bağlamında, bir ölçüde de AB süreci dolayısıyla devreye girmiş / sokulmuş olmasıdır.

80 sonrasında, İslamcılar da dahil olmak üzere bütün grupların yaklaşık olarak aynı mantık ve argümanlarla katıldıkları bu tartışmaların en büyük zaafı, Cumhuriyet Türkiye’sinde İslâm’la Müslümanlığın ve laikliğin, hangi siyasî ve sosyal şartlarda, nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı vâkıasını (problemin yakın ve kısmen belirleyici tarihini) ihmal ederek meseleyi sadece demokratikleşme / insan hakları bağlamında ve nerede ise tamamen teorik bir tartışma düzeyinde ele almış olmalarıdır.

Bu iki probleme biraz daha yakından bakalım:

Tartışmalarda görüldüğü kadarıyla Diyanet’in cemaatlara devri talebinin, biri laiklikle diğeri de kamu mâliyesiyle alakalı olmak üzere iki gerekçesi var. Şöyle ki: Laiklik dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması mânasına alındığında Türkiye’de bu anlamda bir laiklik bulunmamaktadır. Çünkü dinin devlet işlerine doğrudan karışması her mânasıyla ortadan kalkmışken devlet Diyanet İşleri Başkanlığı’m ve her türlü din eğitimini kendi bünyesi ve işleyişi içinde bulundurmak suretiyle din işlerine doğrudan karışmakta hatta kendisi doğrudan dinle ilgili konularda yorumlar getirmekte veya ortadaki yorumlardan birine katılmaktadır. Devletin zaman içinde pek de değişmeyen bir dinî görüşünün olduğu bile rahatlıkla söylenebilir. Dini yorumlaması devlete örtük de olsa dinî bir kimlik verirken yorumlardan birine katılması da devletin vatandaşları ve vatandaşlarının görüşleri arasında tercih yapması demektir. Halbuki devlet herkese eşit uzaklıkta veya yakınlıkta olmalıdır. Bu aksak laiklik uygulamasından kurtulmak için Diyanet cemaatlara, sivil kuruluşlara devredilmelidir.

Kamu mâliyesi açısından bakıldığında da benzer bir durum sözkonusudur. Buna göre; Diyanet vergi mükellefi bütün vatandaşlara (gayrimüslimlere, ateistlere, Alevilere, pratik dinî yaşantısı olmayan kişilere...) hizmet veren bir kurum olmamakla beraber kamu mâliyesinden, birkaç bakanlığın bütçesinden daha büyük bir bütçeye sahip bulunmaktadır...

Diyanet’in cemaatlara devri meselesinin yeni bir mesele olmadığı, 1945 yılından, özellikle de 1947 CHP Kurultayı’ndan itibaren dile getirildiği aşağıdaki temsil gücü yüksek örneklerden anlaşılabilir:

“Cumhuriyet hükümeti laik olduğu halde laisizmin icap ettirdiği tarzda din işlerini cemiyete ve Türk cemaatına mal etmemiş bulunuyor. Hükümet olarak da işi eline almayınca, bizde laiklik bir nevi din aleyhtarlığı şeklinde tecelli ediyordu (...).

“Türkiye’de oturan ekalliyet [gayrimüslimler], kendi dinî müesseselerini teçhiz edebilirlerken, Türk vatandaşı kendi vatanında bu hakkından mahrum kalıyordu. Laisizmi kabul ettiğimize göre, Türk vatandaşına da dinî müesseselerini yaşatmanın imkânını vermek doğru olur kanaatindeyiz.

“Diyanet İşleri’miz, devlet bünyesinden ayrılabilir, dinî müesseselere Evkafın [Vakıflar’ın] vâridatı da eklenebilir. Bu suretle hiç zahmet çekmeden bu cemaat teşkilatı kurulur”.

“[1928’de yapılan] Anayasadaki bu değişiklikle birlikte dinî teşkilatın devlet bünyesi içinde kalması, bütçeden ödenek alması, bu değişikliğin ruhuna aykırıdır. (...) Laik bir rejimde devletin okul programlarına din öğretimi [din dersleri] koyması, İmam-Hatip Okulları açması, kitapla ve radyoyla dinî yayın yapmasının laikliğe aykırılığı açıktır. Bu durum da Diyanet İşleri Başkanlığının devlet bünyesi içinde bırakılmış olmasının sonucudur. (...) Din işleri, Hıristiyan ve Musevi dini mensuplarında olduğu gibi cemaat teşkilatına bırakılarak, bu din mensuplarının da kendi vicdanî meseleler ve ihtiyaçlarıyla kendilerinin meşgul olmaları, devletin de dinler ve dinî teşekküller karşısında tarafsız bir otorite olarak kalması gerekli idi. Mabetler ve dinî teşekküllerin idaresi, cemaat teşkilatınca yürütülür, ihtiyaç ve arzular bu teşkilatın işi olarak görülebilirdi."

“Bana Diyanet İşleri Reisi’nin [Akseki’nin], son günlerdeki bazı cereyanlara uygun bir temayülünden bahsettiler. Diyanet İşleri’ni devletten büsbütün ayırıp Evkafı vesairesiyle de bütün İslâmî gelir menbalarını beraber verip tıpkı Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin vaziyetinde olduğu gibi bir cemaat teşkilatı haline getirmek... Ben daha hayretimi yenmeğe vakit bulamadan meclisimizde hazır, temiz ve derin bir Müslüman, atom bombası kuvvetindeki şu nükteyi patlattı:

“Diyanet İşleri’nin devlet kadrosu içindeki malum mevkii, dinin daima karakolda mahfuz fakat her an mahbus, salahiyetsiz bir bekçi gibi cebir altında bulundurulmasıdır. Onun, eline banka cüzdanının da teslim edilerek bu kadrodan çıkarılışı ise, istifasının kabulü veya doğrudan doğruya istifa etmesi... Şimdi gel de acaba hangisi ehven diye düşün!.. Cebirde, benimseyecek olanlar için, hiç olmazsa irade yok, öbüründeyse haline rıza ve iradeye benzer bir koku vardır derlerse ne buyurulur?”.

Diyanet’in cemaatlara devri tartışmalarında, hem geçmişte hem de bugün dikkatten kaçan en önemli husus “cemaat” kavramıyla alakalıdır. Çünkü hukukî olarak cemaat, Türkiye’de sadece Lozan Antlaşması’yla haklan uluslararası hukukun garantisi altına alınan gayrimüslim azınlıklar yani Hıristiyan ve Yahudiler için kullanılır. Bunun dışında hukuken hak ve yetkileri tarif edilebilecek bir “Müslüman cemaat” yoktur. Hukuken değil de fiilen var olan cemaatların / tarikatların gaynmeşruluklarını ortadan kaldırmak için ancak vakıf ve demekler kanalıyla faaliyetlerini sürdürdükleri bilinen bir husustur. Ayrıca Cumhuriyeti kuran kadronun Müslümanları hangi mezhep, meşrep ve tarikattan olursa olsun eşit düzeyde kabul etmesi, hatta mezhep ve meşreplerin var olan farklılıklarının kamu hayatına yansımasına müsaade etmemesi de, “tektip müslümanlık” araması kadar Lozan başta olmak üzere uluslararası kararlarla irtibatlı olsa gerektir.

Ömer Rıza Doğrul, din derslerinin de tartışıldığı çokpartili hayata geçiş yıllarında bu meseleye temas ederek şunları söyleyecektir:

“Türkiye’de eskiden beri hüküm süren mezhep Ehl-i sünnet mezhebidir. Fakat Türkiye’de Şiîlik de var, Alevîlik de vardı. (...) Türk inkılabı, hilafeti ilga etmekle bu mesele üzerinde Sünnîler ile Şiîler ve Alevîler arasındaki bütün ihtilafları ortadan kaldırmış, bütün Türkleri Türkiye Cumhuriyeti ’ne ve Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına bağlamıştır. (...) Bu böyle olduğu için Türkler arasında hüküm süren din ve mezhep de tekleşmiş ve İslâmiyet tam manasıyla Türkün millî dini olmuştur. İslâmiyet’in itikadları, bu itikadlara dayanan ahlâkî faziletler, bu ahlâkî faziletlerden doğan İçtimaî teşekkülleri ve kültür müesseseleri her Türk için aynıdır ve birdir. Ve Türkler arasında bu hususta hiçbir ayrılık yoktur.

“O halde Türkün dini ile milliyeti arasında tam bir ahenk kurulmuştur ve bu ahengi bozacak hiçbir sebep ve âmil kalmamıştır. Bu böyle olduğuna göre Türk milletinin bütün okullarında dinî ve vicdanî terbiye vermenin bir siyasî mahzur doğurması ihtimali bahis mevzuu olamaz. (...) Laiklik memleketimizin yaşayışında çok hayırlı bir değişiklik vücuda getirmiş ve vuzuh ile gösterdiğimiz gibi Türk milletinin birliğini sağlamlamak, mezhep ayrılıklarını ortadan kaldırmak hususunda çok kıymetli bir âmil olmuştur”.

Bu konuyla alakalı olarak bir hususun daha altı çizilmelidir: 1924‘te medreselerin kapatılması ve Diyanet İşleri Başkanlığının kurulması, 1925’te de tekkelerin kapanması ve tarikatların gayrimeşru ilân edilmesinden sonra Türkiye’de yaşanan din merkezli birçok acı tecrübe, cemaat ve tarikat yapılaşmalarının bir tür devletin şemsiyesi altında varlıklarını sürdürebilmeleri vâkıasını ortaya çıkarmış, neticede bugün onlara yüklenen “sivil” vasıflarını büyük ölçüde törpülemiş, ortadan kaldırmıştır. Nitekim 12 Eylül hareketinden sonra çok güçlü ve sıkı oldukları var sayılan cemaatların ne kadar kolaylıkla itaatkâr bir mahiyete büründükleri görülmüştür.

Bir önceki Diyanet İşleri Başkanı’nın kendisine yöneltilen “Tarikatların, cemaatların varlığı Diyanet’i sıkıntıya sokuyor mu?” sorusuna verdiği cevap bütün bu süreçlerin siyasi merkez açısından aslında neticelendirildiği, büyük bir problem olmaktan çıkarıldığı şeklinde de okunmaya müsaittir:

“Diyanet Cumhuriyetin temel bir projesi olarak kurulmuş anayasal bir kurum. Kamu hizmeti mantığı ile topluma din hizmeti ve İslâm’ın ortak paydasında dini bilgi sunması istenmiş. Ayrıntılara inmiyor, insanların özel tercihleriyle ilgili bir yönlendirme, eleştirme, kıyaslama, derecelendirme yapmıyor. Böyle olunca toplayıcılığını sürdürüyor. Diyanet bir mezhebin, bir tarikatın, bir anlayışın öz malı ve özel tercihi değildir. Cami dışında oluşan sivil hareketliliğe de alışmalıyız. Önemli olan sivil hareketliliğin toplumsal düzeni bozucu, ortak mutabakatı aşındırıcı bir sürece girmemeleridir. Dinin kutsalları hiçbir şeye aracı kılınmamak, din üzerinde ticarî, siyasî, örgütsel ilişkilerin yolu açılmamalı”.

Kültür Sayfası

bottom of page