Modernleşme Döneminde Doğu Medreseleri
Serdar Şengül'ün Osmanlı ve Cumhuriyet Modernleşmesi ile Karşılaşma Sürecinde Doğu Medreseleri adlı Doktora Tezinden (Hacettepe Ünv.: 2008) kısaltılarak alınmıştır.
Uzun 19. Yüzyıl ve Reformlar
İmparatorluğun Doğu’sunda da isyanlar baş göstermiştir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan isyanlar belli aralıklarla Hakkari, Müküs, Rewandız, Bitlis ve Botan beylerinin isyanlarıyla devam etmiş ve bu isyanlar 1840’lı yılların sonuna kadar sürmüştür.
Tanzimat Fermanı’nın bazı ilkeleri Osmanlı imparatorluğunun merkeze doğru evrildiğinin işaretlerini vermektedir. Birincisi bütün tebaanın ırz, mal, can ve namus güvenliğinden devlet sorumlu olacaktı. İkincisi ise vergileri artık beylikler ya da başka aracı kurumlar değil doğrudan doğruya devlet toplayacaktı. Tanzimat Fermanının bu iki özelliği Doğu’daki beyler arasında iki açıdan sıkıntı yaratmıştır. Birincisi devlet artık beylerin kendi tebaası üzerindeki otoritesini sınırlandırmakta hatta hükümsüz kılmaktadır. İkinci olarak ise Hıristiyanlardan alınan vergiler de dahil olmak üzere ki bu beyliklerin temel gelir kaynaklarındandı, vergilerin merkezi otoriteye aktarılması beyliklerin temel ekonomik gücünün esasını yok etmekteydi.
Dolayısıyla Tanzimat Fermanı Doğu’da bir grup yeni isyanı daha tetiklemiştir. Cizre-Botan Bölgesinde gerçekleşen Bedirhan Bey isyanı ve Müküs-Hakkari bölgesinde gerçekleşen Mahmut Han isyanı bu isyanların en büyük ve en etkili olanlarıdır. 1839 ve 1847 yılları arasında bu iki büyük isyan da bastırılmıştır. 1847 yılına Bedirhan Bey isyanı bastırılarak kendisi ve ailesi sürgüne gönderilmiştir. Bu tarihten itibaren Yavuz Sultan Selim döneminde Kürt Beyleri ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki anlaşma da son bulmuştur. Geriye bu beyliklerin eski egemenlik alanlarının nasıl düzenleneceği sorunu kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu bölgeyi doğrudan Osmanlı İmparatorluğu idari sistemine dahil etmek istemiştir. Dönemin Osmanlı arşivlerine bakıldığında bu eski egemenlik bölgesinin “Kürdistan Eyaleti” olarak Osmanlı İmparatorluğuna bağlanması kararlaştırıldığı görülür. 1847 yılında kurulan Kürdistan Eyaleti doğrudan merkezden atanan valiler tarafından yönetilecektir.
Doğu Medreseleri
Doğu medreseleri Osmanlı ve Cumhuriyet modernleşme sürecinde değişimler yaşamıştır. Beylikler döneminde ya beylerin kendisi ya da toplumun yönetici tabakasını oluşturan hayır sahibi kişiler tarafından vakıflar kurulur ve medreselerin giderleri bu vakıflardan elde edilen gelirlerle karşılanırdı. 1813 yılında Şirvan Beyleri üzerine yazılmış olan bir kitapta 17. ve 18. yüzyılda Şirvan bölgesinde beyler tarafından kurulmuş olan medreselerle ilgili bilgiler de yer alır. Buna göre, medreselerin mutfak ve yakacak ihtiyaçları beyler tarafından karşılanmaktadır.
Beyliklerin ortadan kaldırılmasından sonra kentlerde bulunan bu medreseler giderlerini karşılayamadıkları için ortadan kalkmışlar ve geriye sadece bugün çoğu harabeye dönmüş olan binaları kalmıştır. Beyliklerin ortadan kalkmasından sonra hem bölge hem de medreseler üzerinde şeyhlerin etkin olduğu bir dönem başladı denilebilir.
Şeyhlerin Bölgede Artan Egemenlikleri
Şeyhlerin bölge genelinde güçlenmelerinin beyliklerinin otoritesinin ortadan kaldırılması sonrasında gerçekleştiğine dair literatürde genel bir kabul vardır. Bu doğrudur, ancak şeyhlerin bölgede etkinlik kurmasının nedenleri sadece beyliklerin ortadan kalkması ile sınırlı değildir. Şeyhlik kurumumun kendisinde ve şeyhlerin fonksiyonunda 19. yüzyılın ilk yarısında vuku bulan birbiriyle yakından ilgili birtakım gelişmelere bağlı olarak değişimler yaşanmıştır. Bunlardan ilki ve genel olanı, 19. yüzyılın ilk yarısında genelde İslam dünyasında ve özelde Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında artmakta olan Avrupa etkisine karşı bir tepkinin yükselmiş olmasıdır. Napolyon’un 1798’te Mısır ve Filistin’i işgal etmesi, İngilizlerin Hindistan’daki varlığı İslam dünyasında ciddi bir tepkinin gelişmesine neden olmuştur.
İkincisi, daha sonra Mevlana lakabıyla anılacak olan Musul’a bağlı Şehrizorlu Halid isimli bir medrese aliminin Nakşibendilik tarikatına intisap ederek bu tarikat içinde gerçekleştirmiş olduğu reformdur.
Bu kolun Nakşibendilik içerisindeki kurucusu İmam-ı Rabbani olarak bilinen Şeyh Ahmet Sirhindi’dir. Müceddidi kolunun temel özelliği Şeriat’a ve fıkha verilen temel önemdir. Bu, genel olarak Nakşibendilik tarikatını, ama özelde de Müceddidi kolunu şeriatın kuralları konusunda en iyi ifadeyle hafif ve gevşek buldukları diğer sûfi tarikatlarından ayırır.
Mevlana Halid Delhi sonrası hayatında irşat işleriyle meşgul olur. Şeriat ve sünnete uygun sufıliği pratik yönleriyle tanımladığı mektuplar yazar. Konumuz açısından Mevlana Halid’in bir diğer özelliği de ulemaya ve dini eğitime verdiği önemdir. Mevlana Halid halifelerine gönderdiği mektuplarda ilk olarak ulemayı hedeflemelerini tembihler. Bu oldukça dikkate değer bir özelliktir. Çünkü İslam dünyasında tarikatlarla medresenin ilişkisi düşünüldüğünde bu iki kesimin pek iyi anlaştığı söylenemez.
Mevlana Halid’in daha başta ulemaya verdiği bu önem, halifelerinin hepsinin ulema kökenli olmasıyla kendini gösterir. Yani Nakşibendiliğin Halidi-Müceddidi kolunda şeyhler aynı zamanda ulema olmak zorundadırlar. Bu durum şeyhlerle medrese arasında en azından ilmi ve pratik manada yeni bir ilişkinin kurulması anlamına geliyordu.
Halidi-Müceddidi ekol de dini hayatın sadece sosyal yaşamda değil siyasal yaşamda da ihyasını savunuyordu. Mevlana Halid, dönemin yöneticilerine mektuplar gönderir ve onlara insanları yönetirken şeriata ve sünnete uygun yönetmeleri konusunda uyarıda bulunur.
Mevlana Halid’in bu öğretilerinde Nakşiliğin kendi doktriner geleneğinin olduğu kadar dönemin de etkisi vardır. Avrupa, İslam dünyasında istilacı bir güç olarak görünmektedir. Osmanlı’ya bağlı Hıristiyan kavimler ayaklanmaktadır ve gerek Arap dünyasındaki gerekse Mevlana Halid’in içinde doğduğu bölgede Osmanlı-İran Savaşları cereyan etmekte ve zimmi olarak tabir edilen Hıristiyan tebaa huzursuzluk göstermektedir. Dolayısıyla Mevlana Halid ve onun bulunduğu Şam ve Bağdat gibi yerlerde yöneticiler bütün Müslüman ümmeti bir kardeşlik etrafında bir araya getirecek bir İslami çağrıya ve kimliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyarlar.
Nakşibendiliğin Doğuya Gelişi ve Doğu Medreselerine Etkisi
Halidiliğin Müceddidi kolunun temel öğretileri, İslam dünyasının içinde bulunduğu genel durum ve Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması olayları bir araya gelmemiş olsaydı, şeyhler bu kadar güçlü ve nüfuzlu bir şekilde ortaya çıkamazlardı.
Şeyhler aşiretler arasında sık sık cereyan eden kan davası gibi sorunları çözüme bağlayan yegane güç konumundaydılar. Daha Beylikler zamanında ortaya çıkan ve bölgede bulunan Hıristiyan nüfus ve Rusya’nın ve diğer Avrupalı devletlerin bunlara gösterdiği ilgi, İslamiyet ve Müslüman olma konusunda daha güçlü bir duyarlılık yaratmıştı. Bu da şeyhlerin bölgede bu kadar etkin hale gelmelerinin bir diğer nedenidir. Böylece aşiretsel yapı ve dindarlık bölgenin iki hakim rengi haline geldi. Önce Osmanlı, ardından Cumhuriyet modernleşmesi farklı yöntemlerle modernleşme önünde engel olarak gördükleri bu iki anlayış ve yapıyla mücadele edeceklerdi.
Şeyh Egemenliğinin Medreseler Üzerindeki Etkisi
Beyliklerin ortadan kaldırılmasıyla kent merkezlerinde kurulan bu medreseler kentlerde başka bir otorite tesis edilip modern okulların açılmaya başlaması ve bunun dışında kendilerini finanse edecek bir başka güç olmadığı için ortadan kalktılar. Bölgede kentlerde açılmaya başlayan modern idadiler, rüştiyeler dışında kırlarda ve köylerde yeni bir güç olarak ortaya çıkmaya başlayan Nakşi-Halidi şeyhlerin medreseleri açılmaya başlandı. Mevlana Halid’in ulema sınıfından gelmesi ve ulema olmayı şeyhlik için temel sayması şeyhlerin aynı zamanda medrese de açması sonucunu doğurdu.
Bugün bölgede varlığını çok azalarak da olsa kaçak olarak devam ettiren medreseler aslında beylikler döneminin değil şeyhler döneminin medreseleridir. Beylerin kurdurduğu medreselerden farklı olarak şeyhler tarafından kurulan medreseler köylerdeydi. Bu medreselerin en meşhurlarının bulunduğu ve şeyh ailelerine ait olan Tağ, Norşen, Tillo gibi yerler köydürler. Bu ise bize Doğu’da entelektüel üretimin kent merkezlerinden kıra doğru kaydığını göstermektedir.
Medreseler şeyhlerin etki alanına girdikten sonra neredeyse her köyde bir medrese açıldı. Çünkü icazet alan bir mele imamlık yapmak üzere gittiği bir köyde eğer köy doğrudan şeyhe aitse kendiliğinden, eğer şeyhe ait değilse de köylüler masraflarını karşılamayı kabul ederse medrese açabiliyordu. Böylece kısa bir süre içinde neredeyse her köyde feqilerin yetişmeye başladığı bir durum çıktı ortaya.
Zaman ve Mekânın Örgütlenmesi Açısından Bir Karşılaştırma
Şeyhler döneminde açılan, onlar ya da bizzat halk tarafından finanse edilen medreseler düzensiz bir yapıya sahiplerdi. Bundan kastımız kuruluşları ya da kapatılışları belli bir kanun ve merkezi resmi kararlar çerçevesinde gerçekleşmiyor olduklarıdır.
Bununla bağlantılı ikinci nokta ise medreseler devlet eliyle kurulmadığı için burada yetişen alimlerin devlet bürokrasisini oluşturmak gibi bir konumları da yoktu. Dolayısıyla buralarda yetişen öğrenciler, ister defterdarlık, katiplik ister müderrislik ister imamlık olsun herhangi bir memuriyete atanmak için Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi ruzname adı verilen defterlere resmi kayıt yaptırmak zorunda değillerdi. Diğer mesleklere seçilebilmek için medrese okumuş olmak şart olduğundan bu kayıt işlemi çok önemliydi.
Medreselerin yapılanması da Osmanlı İmparatorluğunkinden farklı oldu. Beylikler döneminde zaten Osmanlı idare sistemine dahil olunmadığı için doğudaki medreseler 20’li, 30’lu 40’lı medreseler şeklinde yapılandırılmamışlardı. Beylikler sonrası dönemde de bu tarzda yapılandırıldıklarına dair bir emare yoktur.
Burada ki medreselerde öğrenciler sınıf geçmezler, sadece bir kitap bitirip diğerine geçerler. Bir kitabı bitirmek ya da icazet almak için önceden belirlenmiş herkes için geçerli bir süre yoktur. Öğrencilerin bir kitabı bitirme süresi öğrenciden öğrenciye değiştiği için sınıf sistemi yoktur. Bunun anlamı her öğrencinin farklı bir zamanda mezun olması yani icazet almasıdır ki, bu durumda zaman açısından da bir belirsizlik söz konusudur. 15 yılda icazet alamayan öğrenciler olduğu gibi 6-7 yılda icazet alan öğrenciler vardır. Bu anlamda şahıs ve şahıslar arasındaki farklılıklar önemlidir.
Mekânın örgütlenmesi açısından bakıldığında bir başka farklılık daha göze çarpar. Doğu’da medreseler mekân üzerinden tanımlanmamaktadırlar. Bir yerde medrese vardır diyebilmek için medrese adı verilen bir bina ya da mekânın varlığı şart değildir. Medrese daha çok eğitim faaliyetinin kendisine ve seyda ile feqi arasında kurulan bir toplumsallığa işaret eder. Dolayısıyla okuma faaliyetinin gerçekleştiği her yer medresedir, mekânsal bir belirlilik ve sabitlik mevcut değildir. Hocayla öğrenci yer değiştirdikçe medrese de yer değiştirecektir.
Mekâna ilişkin bir diğer belirsizlik hocayla öğrenci arasındaki ilişkiden kaynaklanır. Bir öğrenci öğreniminin tümünü bir hocadan almak zorunda değildir. Hatta öğrenci bir kitabı okuduğu esnada eğer hocayı yeterince iyi bulmazsa, dersi bırakıp kitabı kendisiyle beraber okuyabileceği başka bir hoca arayışına girebilir.
Medreselerin gerek zaman ve mekân açısından gerekse hoca ve öğrencinin birbiriyle ve bunların halkla kurduğu ilişki açısından bu düzensizliği ve belirsizliği modern iktidar için bir sıkıntı kaynağı olacaktır. Çünkü ulema her şeyden önce bir meslek erbabı gibi değil, misyon duygusuyla hareket etmektedir. Önemli olan Allah’ın rızasıdır. Bu misyon duygusu ve mesleki kaygıdan bağımsız hareket etme yeni bir toplumsallık yaratır. Elbette ki bu da modern iktidar için bir sıkıntı kaynağıdır.
Özellikle II. Meşrutiyet döneminde gerçekleştirilen uygulamalarla medreseler bir düzene sokulmaya çalışılsalar da bunların o günkü yokluk ve savaş ortamında Doğunun her köyüne ulaşmasını beklemek mümkün değildir.
Beylikler döneminden kalan şiirlerdeki tasavvufa baktığımızda genelde aşk ve cezbe merkezli bir tasavvuf göze çarpar. Oysa Beyliklerden sonraki dönemde genelde zühd ağırlıklı bir tasavvuf anlayışına rastlıyoruz. İslam dünyasında zühd ağırlıklı tasavvuf genelde buhran, karmaşa ve yoksulluk dönemlerinde gelişmiştir. Dünya malına, makam ve mevkiye önem vermeme, azla yetinme, Allah korkusu, kul hakkı, insanın başına ne tür zorluklar gelirse gelsin insan haktan yana olduğu müddetçe adaletin mutlaka tecelli edeceği, zahiren sıkıntılı olan şeylerin, batında insan için hayırlı olabileceğine dair inanç bu tasavvuf anlayışının temel düsturlarıdır. Bu anlayışlar hem şiirlerde hem de sözlü edebiyatla halk arasında iyice yaygınlaşmıştır.
Kentsel yaşamın büyük ölçüde tahrip olduğu, resmi bir otoitenin tam olarak tesis edilemediği, aşırı yoksullaşmanın meydana geldiği Doğu kırı böylesi bir medrese müfredatı ve tasavvuf anlayışı ile oldukça muhafazakar ve dindar bir karaktere ve değerlere sahip hale gelmiştir.