top of page
Akademik Özgürlük Üzerine
stanley-fish.jpg

Prof. Dr. Stanley Fish'in  Akademik Özgürlük (İstanbul Kültür Ünv.: 2016) adlı kitaptan kısaltılarak alınmıştır.

(En az) iki farklı akademik özgürlük kavramının olduğu gerçeği konuyu karmaşık hale getiriyor: Biri yasal, diğeri mesleki.

 

Mesleki akademik özgürlük kavramı, meslek birliğinin kendi işlerini dışarıdan en az müdahale ile yürütme isteğinin ürünü (diğer meslek birlikleri de bu isteği paylaşıyor); akademik özgürlük, birincisi mesleki hedeflerin peşinden gitme özgürlüğü ve ikinci olarak da bu hedefleri gerçekleştirmenin yollarını kendi başına belirleme özgürlüğüdür.

 

Meslek, kendi yetkilerini kıskanıyor ve bunları, mahkemelerin otoritesi dahil, diğer otoritelere vermekte isteksiz davranıyor.

Yasal akademik özgürlük kavramı (böyle bir özgürlüğün olduğu ölçüde) meslek birliğinin istekleriyle yasal zorunluluklar arasındaki ilişkide toplanıyor. Akademisyenlerin talep ettiği özgürlük, özgürlüğün iddia edildiği alanlara ilişkin uygulanabilir yasalarla uyumlu mu? Ya da bir diğer deyişle, akademik özgürlük önemli bir yasal kimliğe sahip mi? Bu soru literatürde çok tartışılmaktadır ve mahkemelerin zaman zaman ilkeye başvuruyor olmalarına karşın ardından gelen kararların tipik olarak vergi hukuku, sözleşmeler hukuku ve kamu personeli hukuku, vb. gibi diğer daha geleneksel zeminlerde alındığını söyleyenlere ben de katılıyorum. Akademik özgürlük söylem olarak güçlü ancak yasal açıdan zayıftır. Hatta akademik özgürlüğün hukukta önemli bir varlığının olup olmadığı bile açık değildir.

Kimi uzmanlar akademik özgürlük kavramını mesleki ve yasal açıdan aynı çizgiye getirmeye çalışıyor; bunu ya akademik özgürlüğün demokratik yönetim için gerekil olduğunu ileri sürerek ya da akademik özgürlüğü ifade özgürlüğü hakkıyla birleştirerek yapıyorlar. Bu çabaları daha sonra açıklanacak nedenlerle ikna edici olmaktan uzak buluyorum. Bundan böyle akademik özgürlük yasal ve anayasal bir statü talep eden ancak bunu asla elde edemeyen mesleki bir proje olarak nitelenecek.

 

Yasal statü talebi, akademisyenlerin özel, hatta ayrıcalıklı ya da seçkin olduğuna ve seçkin olduğu için de başkaları için geçerli kural ve düzenlemelerden muaf olduğuna ilişkin bir önceki iddiaya dayanıyor. Bu tez ben onu akademik seçkincilik olarak adlandırıyorum; mahkemelerde ileri sürülmüş, ancak çoğunlukla reddedilmiştir. Ancak eğer seçkincilik talebi reddediyorsa akademik özgürlükten, yani özellikle akademisyenlere tanınan bir özgürlükten geriye ne kalıyor?

 

Akademisyenler gerçekten sadece diğer herkes gibiyse akademik özgürlük, eğer varsa, hangi temelde savunulabilir? 

AKADEMİK ÖZGÜRLÜK ÇALIŞMALARI: Beş Ekol

2009'da Terrence Karran ‘Akademik Özgürlük: Evrensel Bir ideali Savunurken" başlıklı bir deneme yayınladı. İlk bakışta öyle görünmese de başlık taraflı, çünkü literatürde en sık sorulan soruya peşin peşin yanıt veriyor: Kişi akademik özgürlüğü nasıl savunur? Karran’ın analizi daha başlamadan bize akademik özgürlüğün onun için evrensel bir ideal statüsü talep edilerek savunulduğu söyleniyor.

Bu talebin avantajı akademik özgürlük konusunda en sık dile getirilen itirazlardan birini kullanması. Neden belli bir mesleğin üyelerine diğer yurttaşların yararlanmadığı özgürlük ve istisnalar sunulmalı? Neden, örneğin, diğer işyerlerindeki çalışanlar disiplin ya da işten çıkarılma ile karşı karşıya kalabiliyorken yüksekokul ve üniversite profesörleri üstlerini eleştirme özgürlüğüne sahip olmalı? Diğerleri bir yetkili tarafından emredilen bir plana bağlı kalmak zorundayken neden yüksekokul ve üniversite profesörleri işyerlerinin durumunu belirlemek ve tasarlamakta özgür olmalı? Sektör ve devlet için çalışan araştırmacılar işverenlerinin emrettiği yolları izlemek zorundayken neden yüksekokul ve üniversite profesörleri araştırmalarının yönünü belirlemekte özgür olmalı?

‘Akademisyenlerin akademik iş ve/veya meslekleri nedeniyle başkalarında olmayan haklara (daha doğrusu, ayrıcalıklara) sahip olmaları gerekip gerekmediğini' sormalıyız diyor Frederick Schauer (2006).

Akademik özgürlük ilkesinin mimarları bu soruların farkında olmaktan uzak değildi ve diğerlerinin de soracağını öngörerek önce kendileri sordu. Arthur O. Lovejoy (1930) akademik özgürlüğün ‘en çok şu açıdan tuhaf" görünebileceğini yazmıştı; ‘öğretmen maaşlı bir çalışandır ve onun için talep edilen özgürlük, verdiği eğitimin içeriğini kontrol etmek için ona ödenen fonları sağlayan ya da yönetenlerin hakkının inkârı imasını taşır". Ne var ki işverenin çalışanın davranışını kontrol etmesine yönelik bu inkâr ancak birincisi yüksekokul ve üniversite eğitiminin diğerleri gibi bir İş olduğu ve ikincisi yüksekokul ya da üniversite öğretmeninin bir dekan, rektör ya da mütevelli heyeti için çalıştığı varsayılırsa tuhaftır.  

"Mesleğinin dış koşullarını sınıfta bulunmak ve not vermek, müfredata ve ders programına uygun mesai ve eğitim gibi koşulları onurlandırması gerekir; ancak bu öğretim üyesinin sorumlu olduğu bir "meslek" olduğu için gözü her zaman yaşamsal olanın üzerinde olacaktır ki bu da görevlerinin sigortası olan ve onları savunan "evrensel ideal"dir.

İşin anahtarı meslekle iş arasındaki ayrımdadır. İş bir çalışan ile patron arasında (çoğu kez bir sözleşme içeren) bir anlaşmayla tanımlanır: Sen X yapacaksın, ben de sana Y ödeyeceğim ve eğer garanti edildiği gibi yapmakta başarısız olursan seni disipline verecek ya da işten çıkaracağım. Bir mesleğe kabul edilenler sadece çalışan değildir; o an için elde olan işten daha fazlasını ortaya koyarlar büyük bir inanç, hukukun üstünlüğüne bağlılık, iyileştirmeye adanmışlık, akreditasyon sahibi profesörler olmak için zorlu ve uzun bir eğitimden geçmek zorundadırlar.  

Hiç kuşkusuz, özgürlüğün kendisi tartışmalı bir kavramdır ve olası birçok anlamı vardır.

Hiç kuşkusuz, konu pek çözülmüş değil, çünkü akademik sıfatının kendisi bu sınırları netleştirebilecek kadar iyi tanımlanmalıdır ve bu hiç de kolay bir iş değil. Sınıftaki eğitimin, araştırmaların ve bilimsel yayıncılığın söz konusu özgürlüğün en azından belli bir dereceye kadar uygulanması gereken faaliyetler olduğundan hiç kimse kuşku duymuyor. Peki ya kişinin üstlerini eleştirme özgürlüğü; bir dersi bölümde standart olmayan yollarla biçimlendirme özgürlüğü; park yerlerinin inşaatında, spor programlarına fon sağlamakta, bir öğrenci merkezi dikme kararında, rektör seçiminde, onursal unvanların verilmesinde ya da dışarıdan konuşmacılar davet etmekte söz hakkına sahip olmak? Öğretim üyeleri bunlara ve diğer konulara minimum katkıda bulunduğunda akademik özgürlük çiğnenmiş ya da bütünüyle ortadan kalkmış mı oluyor?

Hukuk fakültesi dekanı ve üniversite rektörü Mark Yudof bu soruya kesin bir “hayır" ile yanıt veriyor. Yudof (1988) üniversiteyi ayakta tutmak için "maaşlar", "kütüphane koleksiyonları', "rahat bir işyeri", hatta "park yeri" dahil birçok öge olduğunu kabul ediyor; ancak akademisyenlerin bunlarda bir hakkı var mı ya da bunlara ilişkin tartışmalara katılmaya bir hakkı var mı? Ancak "eğitimle ve ilimle ne kadar dolaylı biçimde bağlantılı olursa olsun, herhangi bir sınırlamanın bilgi arayışını yok edeceğine" inanırsanız var, diyor Yudof. Ve bu da üniversite ortamında misilleme ya da disiplin korkusu olmaksızın istedikleri her şeyi söyleyebilen “akademisyenler için bir tür dizgin vurulmamış özgürlükçülük" anlamına gelir, diye aktarıyor gözlemini.

Moodie (1996) daha da keskin bir uyarıda bulunuyor:

"Bilim adamları onları doğrudan etkileyen her konunun akademik hükme uygun bir alan olduğunu ortaya koyar göründüklerinde sadece alaya ya da göz ardı edilmeye davetiye çıkarıyorlar".

O halde şimdi elimizde geçici varsayım olarak akademik özgürlüğe ilişkin iki karşıt görüş var: Birinde özgürlük genel, çok daha önde gelen ve kapsamı sürekli genişleyen bir değer niteliğinde ve akademi sadece onu barındıran yerlerden biri. Diğerinde söz konusu özgürlük akademisyenlik mesleğine özel ve bu mesleğin temel görevlerinin yerine getirilmesiyle sınırlı. Bu görevleri yerine getirirken öğretmen en azından görece özgür. Diğer faaliyetlerle ilgilenirken ise üniversite çevrelerinde bile olsa onun için böyle bir özgürlük ya da özel bir serbestlik yok.

Akademik özgürlüğe ilişkin bu karşıt görüşler olasılıkları inceden inceye içermiyor; her ikisinin de uzanabileceği aşırı uçlar söz konusu ancak şimdilik akademik özgürlük konusunda, sağdan sola uzanan bir doğru üzerinde işaretlenmiş, beş ekol tanımlayabiliriz.

 
(1)"Sadece bir meslek" ekolü

Yükseköğretim bir misyon ya da kutsal çağrı olmaktan çok, isteyen öğrencilere bilgi ve beceriler sunan bir hizmettir. Yükseköğretimde çalışanlar bu bilgileri vermek, bu becerileri göstermek ve bilinenlere katkıda bulunacak araştırmalarla ilgilenmek üzere eğitilmiştir, yurttaşları biçimlendiriyor, ahlaki değerleri aşılıyor ya da sosyal adalet için savaşacak askerler yetiştiriyor olmaları söz konusu değildir. Yükümlülükleri ve amaçları, eğitimini almış oldukları ve karşılığında para aldıkları kendine özgü görevle bilginin ileri götürülmesiyle tanımlanmıştır, yani demokrasi ya da dünya barışı bakış açısından çok sözleşmeyle ve ders kataloğuyla tanımlanmıştır.

Yüksekokul ve üniversite öğretmenleri profesyonellerdir ve böylelikle yasal olarak gerçekleştirdikleri faaliyetler de profesyonel faaliyetlerdir. Bu faaliyetleri gerçekleştirirken asıl performansları için gerekli serbestliğe uymalıdırlar, dilerseniz buna özgürlük deyin. Bu serbestlik, ne kadar değerli olurlarsa olsunlar, diğer görevlerin yerine getirilmesini içermez.

Bu ekole göre, akademisyenler işleri dışında herhangi bir şey yaparken hiçbir özel anlamda özgür değildir.

(2)"Kamu yararı" ekolü

Bu ekolün kökenleri Amerikan Üniversite Profesörleri Birliği'nin (AAUP) İlkeler Bildirgesi'ndedir (1915) ve "Sadece bir meslek" ekolüyle kimi savları paylaşmaktadır, özellikle de akademik görevin kendine özgü olduğu savını… Diğer görevlerde piyasa güçlerine, siyasi güçlere ya da kamuoyuna karşı sorumlu olabilir, ancak bilgiyi ileri götürme görevi, insanı nereye yönlendirirse yönlendirsin kanıtların peşinden gitmeyi gerektirir ve bu nedenle de "ilerlemenin ilk koşulu araştırmaya devam etmekte ve sonuçlarını yayınlamakta tam ve sınırsız özgürlüğe sahip olmaktır. "

Bir akademisyenin onurlandırması gereken standartlar akademisyenlik mesleğinin standartlarıdır; yararlandığı özgürlük bu standartlara uymaya bağlıdır: "Bilim adamının... sonuçlarını ortaya koyma... özgürlüğünün koşulu, bir bilim adamının yöntemiyle kazanılmış sonuçlar olmaları ve bir bilim adamının ruhuyla ele alınmalarıdır." Bu özgürlük "eleştirel olmayan ve şiddetli partizanlık için... bir sığınak olarak kullanılamaz" ve bir öğretmen öğrencileri "kendi görüşlerine" boğmamalıdır. 

Demokrasinin erdemleri, diye açıklıyor Bildirge'nin yazarları, aynı zamanda onun tehlike kaynağıdır, çünkü demokrasi despotizm ve siyasi zulmü reddederek "kamuoyunun zulmü"nü meşrulaştırma riskine girer. Akademi "kamuoyunun daha fazla özeleştiri yapmasına ve daha tedbirli olmasına yardım etmeye, popüler duygunun aceleci ve dikkate alınmayan dürtülerini kontrol etmeye, demokrasiyi eğitmeye" çalışarak imdada yetişir. Böylelikle bağımsız bir akademi için "bizi en kötü içgüdülerimizden korur ve demokratik ilkelerin anlaşılmasına yardımcı olur" biçiminde dışarıdan bir savunma sağlayan "Kamu yararı" ekolü "Sadece bir meslek" ekolünün sert profesyonelliğinden uzaklaşır ve mesleki değerlerin demokrasi, adalet ya da özgürlüğe ilişkin daha yüksek değerlerden sonra geldiği savına yaklaşır.

(3)"Akademik seçkincilik ya da “sıradışı insanlar" ekolü

Bu ekol "Kamu yararı" ekolünün mantıksal bir uzantısıdır. Eğer akademisyenler sadece doğal ve kültürel olaylara ilişkin bilgilerimize katkıda bulunma görevinden sorumlu olmayıp aynı zamanda yaygın popüler görüşlerin gücü karşısında bir denge sağlama görevinden de sorumluysa kendilerinin de sıradışı olması gerekir, sadece entelektüel açıdan değil ahlaki açıdan da; 1915 Bildirgesi'nin sözleriyle "üstün yetenek ve karakter adamı" olmalıdırlar. Böyle adamlar (ve artık kadınlar) popüler görüş hatalarını düzeltmekle kalmıyorlar, aynı zamanda popüler yargılardan da kaçıyorlar ve sıradan yurttaşları kısıtlayan yasa ve sınırlamalardan onların da sorumlu tutulması söz konusu değil.

(4)"Eleştiri olarak akademik özgürlük” ekolü

Eğer akademisyenlerin geleneksel ortak aklın içinden geçenleri görme ve içerdiği çelişkileri gösterme kapasitesi varsa sırası geldiğinde bu kapasiteyi kullanmak akademisyenin gerçek işidir; her şeyi eleştirmek sürekli bir yükümlülüktür. "Sadece bir meslek" ekolü ve "Kamu yararı" ekolü akademisyenlerin yararlandığı özgürlüğün mesleki normlar içerisinde kullanıldığında diretiyor. Kişi halinden memnun bir biçimde mevcut akademik çalışmaların varsaydığı normlar ve standartlar içinde kalmamalıdır; bunun yerine bu normları sorgulamalı ve bunları eleştirel araştırmanın temel parametrelerinden çok, nesneleri haline getirmelidir.

Eleştiri perspektifinden bakıldığında yerleşik normlar her zaman muhafazakârdır ve kuşku ve akademik özgürlük, kuşku ve akademik özgürlüğün ne işe yaradığının gösterilebilmesi için vardır. Kısacası, akademik özgürlük sosyal ilerlemenin bir lokomotifidir ve muhafazakâr düşüncenin ilerlemeye karşı ve statükocu olduğu mantığıyla akademik özgürlüğün solun özel mülkiyetinde olduğu düşünülür (ki katılmıyor, sadece aktarıyorum). Eleştiri olarak akademik özgürlük, beşinci düşünce ekolünden sadece küçük bir adım ileridedir, gerçekte bu bir adım bile değildir.

(5)"Devrim olarak akademik özgürlük" ekolü

Bu ekolün ortaya çıkmasıyla sınırlayıcı bir sıfat olan akademikten en önemli etken olarak özgürlüğe geçiş tamamlanmıştır ve "Kamu yararı' ve "Eleştiri olarak akademik özgürlük" ekollerinde üzeri örtülü biçimde ima edilen siyasi gündem açığa vurulmuştur. Eğer Butler bize akademik çalışmaları yöneten normların nereden geldiğini sormak istiyorsa bu ekolün üyeleri bunu biliyor: Yozlaşmış bir neoliberal toplumun yozlaşmış değerlerine hizmet eden ve bu değerleri yansıtan yozlaşmış kurumlara yerleşmiş ajanların yozlaşmış dürtülerinden geliyor. (Anladınız mı?)

Akademik özgürlüğün bu en kapsamlı uyarlamasının altında yatan ve onu biçimlendiren eğitim görüşü Henry Giroux tarafından dile getirilmiştir (2008). "Eğitimle birlikte gelen sorumluluklar" diyor, eğitimin en geniş anlamıyla sadece kavrayışla ilgili olmadığını... aynı zamanda insanın sefaletini göstermek ve bunu yaratan koşulları ortadan kaldırmak konusunda yurttaş olarak sahip olduğumuz sorumluluğu yerine getirmek için gerekli olan koşulları sağlamakla ilgili olduğunu fark ederek kapsayıcı ve radikal bir demokrasi için savaşmayı içerir.

Bu ifadede bir profesyonel olarak öğretmen ile bir yurttaş olarak öğretmen arasındaki çizgi ortadan kalkıyor. Eğitim "en geniş anlamıyla” onunla meşgul olan kişiler cephesinde olumlu siyasi eylem gerektiriyor. Kişinin sınıftaki görevleri konusunda dar bir görüşe bağlı kalması, onun hem siyasi kişiliğine hem de pedagojik kişiliğine ihanet anlamına geliyor.  

"Devrim olarak akademik özgürlük" ekolünün tipik temsilcisi. Ottowa Üniversitesi fizik profesörü Denis Rancourt "akademik işgal" olarak adlandırdığı şeyi uyguluyor; konusu ve özetiyle tanıtımı yapılan bir dersi devrimsel eylem atölyesine dönüştürmek. Rancourt (2007) akademinin geleneksel çalışmalarını biçimlendiren ideolojiyle suç ortaklığına girmeksizin kişinin bu çalışmalara bağlı kalamayacağını açıklıyor: "Akademik işgale gereksinim var, çünkü üniversiteler gerçek demokrasiden yoksun, başında özel sermaye çıkarlarına hizmet eden kendi kendini atamış yöneticilerin bulunduğu diktatörlükler."

“SADECE BİR MESLEK” EKOLÜ

Akademik özgürlüğe ilişkin her bir ekolün altında "Eğitim nedir ve ne işe yarar?" sorusunun bir yanıtı yatıyor. "Sadece bir meslek" ekolü bu soruya mesleki yanıtlar dışında karşılık vermeyi reddediyor.  

Akademik Özgürlük ve Felsefe

Akademik özgürlük, bu tabloda, ahlak ya da felsefenin değil, profesyonelliğin bir alt kümesi niteliğinde… Akademik özgürlük çoğunlukla büyük, hatta gösterişli sözlerle övülse de temelde akademisyenlik mesleğinin kendi işini yürütme isteğine seslenen bir lonca sloganıdır.

 

“KAMU YARARI” EKOLÜ

Akademik Özgürlük ve Ortak Yönetim

Akademik ve demokratik değerler arasındaki gerginlik akademik özgürlüğün ortak yönetim gerektirip gerektirmediğine ilişkin bir tartışmayla tanımlanır; amacı karar alma hak ve sorumluluğunu olabildiğince yaygın kılmaktır.

Akademik özgürlük ancak öğretim üyelerinin kararların alınmasına tam anlamıyla ya da buna yakın biçimde ortak oldukları ortamlarda mı büyüyüp gelişebilir? Sadece personele ya da müfredata ilişkin kararlar değil, eğitim ve araştırmayla ilgili olabilecek herhangi bir şeye ilişkin kararlar.

 

Larry Gerber (2001) bu soruya yaygın biçimde okunan bir denemenin başlığında kesin bir “evet" ile yanıt veriyor: “Ayrılamaz Biçimde Bağlantılı: Ortak Yönetim ve Akademik Özgürlük." ...Gerber ortak yönetimin savunmasını akademik özgürlüğün yaşamsal bir ögesi olarak "uzmanlık" kavramı üzerine oturtmamız gerektiğini ileri sürüyor.

"Sadece bir meslek" ekolü, alçakgönüllülükle ortaya koyulduğunda bu mantık yürütme çizgisine sempatiyle yaklaşacaktır, çünkü bu ekol akademiyi kutsal bir çağrıdan çok bir meslek birliği olarak düşünür ve birlik üyelerinin kendi işlerini kendilerince düzenleme isteğini doğal kabul eder. Zorluk, öğretim üyelerinin "kendi işlerinin" kapsamının tam olarak ne olduğu sorusuyla ortaya çıkar.

 

Gerber'in deyimiyle, "akademik işleri etkileyen" kurumsal bir karar nedir? Konuya ilişkin kapsamlı bir görüş "her karar" yanıtını verecektir ve bu ortak yönetim talebinin her faaliyet düzeyinde nasıl savunulabileceğini hayal edebilirsiniz. Sonuçta bir profesör, bilişim merkezinin ofisine uzak olmasını araştırmasının önündeki bir engel olarak görebilir, "Bana neden danışmadılar?" diye sorabilir, tıpkı bir diğer profesörün otoparkların kampüs dışına yerleştirilmesinin araştırmasından haftada 10 saat çaldığını fark etmesi gibi. Örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir ve hepsi de aynı yöne işaret edecektir: Kampüste yapılan herhangi bir şey sonuçta akademik işleri etkilediğine göre, kampüste yapılan her şey ancak öğretim üyelerine danışıldıktan sonra yapılmalıdır ve bu sadece bir formalite olmamalıdır.

Ancak bu sav, ortak yönetim konusunda öğretim üyelerinin uzmanlığına ilişkin savunmanın "biz akademisyeniz, o halde akademik kararlar bizden sorulur" savunmasının ötesine geçiyor ve onun yerini öğretim üyelerinin üstünlük talebi alıyor; biz üniversitenin kalbiyiz, o halde üniversitedeki diğer kişiler bir şey yapmayı düşündüklerinde, önce bize sormalılar. Bir muhasebeci, bakım-onarım sorumlusu ya da spor işleri yöneticisi, hatta bir rektör, kendi otorite alanının yanı sıra kurumdaki üstleri tarafından denetlenen başka sorumlulukları da olduğu gibi bir yanlış anlama içine girebilir; oysa gerçekte ortak yönetim liderleri onun öğretim üyeleri için çalıştığını ve öğretim üyelerinin kararlarına karşı sorumlu olduğunu söyleyecektir. Bu, Profesör Isidor Rabi'nin Columbia Üniversitesi rektörü olarak Dwight Eisenhower'a Eisenhovver'ın profesörlerden çalışanlar olarak söz etmesi üzerine söylediği şu ünlü sözdür: 

“Özür dilerim, efendim demişti Rabi, "öğretim üyeleri üniversitenin çalışanları değildir. Öğretim üyeleri üniversitenin ta kendisidir."

Öğretim üyelerinin üniversite yönetiminin aldığı her kararda güçlü bir söz hakkına sahip olmayı neden istedikleri anlaşılabilir. Ancak bu isteğin içeriği nedir? Bu sadece bir iktidar İsteği midir, yoksa güçlü öğretim kadrosu yönetiminin iyi eğitim ve iyi bilim adamlığı yaratmak için gerekli bir öge olduğuna ilişkin bir inanç üzerine mi kuruludur? Gerber (2001) ikinci yanıtı verecektir, çünkü öğretim üyelerinin "sorumluluklarını yerine getirdikleri ortamı biçimlendirecek olumlu bir otoriteye gereksinimleri olduğuna" inanır. "Sadece bir meslek" ekolü ise "hayır" yanıtını verecek ve bir üniversitede geçerli olan yönetim biçiminin mantıksal olarak sınıf ve laboratuvarlarında üretilen iş kalitesinden bağımsız olduğunda diretecektir.

Graeme Moodle (1996) kısa ve öz biçimde görüş bildiriyor. "Mantıksal olarak üniversite özgürlüğü akademisyenlerin kendi kendini yönetmesi anlamında bir akademik özgürlüğü ne temel alır ne de gerektirir". Kritik olan, komuta zinciri ya da kimin ne üzerinde söz hakkına sahip olduğu değildir; kritik olan, sınıf, araştırma laboratuvarı ve personel kararlarının ve müfredata ilişkin kararların gayri meşru baskılardan yalıtılmış olup olmadığıdır.  

 

…ortak yönetim akademik çalışmaların başarı kazanması için gerekli değil. Ancak soru tersine çevrilebilir: Akademik çalışmalar ortak yönetim rejimi altında başarı kazanabilir mi? Gerçekten hayır, diyor Michigan Üniversitesi eski rektörü James Duderstadt (2004).

 

Yükseköğretimde "köklü değişikliklerin" yapıldığı bir zamanda, "önemli herhangi bir karar ya da eylemden önce kapsamlı müzakere, tartışma ve fikir birliği yaratmayı İçeren akademik gelenek, bir işi yapıp bitirme hedefi karşısında belirgin bir zorluk oluşturuyor. Duderstadt ortak yönetime en yüksek sesle çağrı yapanların profilinin bu zorluğu yoğunlaştırdığını belirtiyor. “Seçkin bir öğretim üyesinin üretken bilim adamlığından zaman ayırıp sonsuz komisyon turlarında hizmet verdiği nadirdir" diyor. "Bencil bir nedeni olan öğretim üyeleri" bunun yerine "akademik siyasete sürüklenen ve öğretim kadrosu yönetimini sıklıkla önemli konulardan uzaklaştırıp kendi gözde gündemlerine yöneltenlerdir". Duderstadt "öğretim üyeleri... bilgi üretimiyle ilgili konularda sürekli bir söz hakkına sahip olmalıdır" diyenlere katılsa da "öğretim üyelerinin... açıkça kendi yeterlilikleri kapsamındaki alanlara odaklanmalarını sağlamanın zor olduğunu" düşünür ve "gücün bütün potansiyel karar alıcılar arasında az çok eşitlikle paylaşıldığı ortak yönetim geleneğinin en iyi olasılıkla hantal ve uygunsuz olduğu" sonucuna varır. "Onu demokratik hale getirmekle her şey düzelmez" der inceden inceye alay ederek.

George Keller (2004) daha da sert bir görüş sunuyor. "Profesörlerin çoğunluğu modern sendikanın sunduğu yararları talep ederken ortaçağ ayrıcalıklarına tutunurlar" gözleminde bulunuyor. Şöyle ki, öğretim üyeleri “amaca yönelik bir ortaklığın çalışanlarının haklarına sahip olsalar da zamanlarının kontrolünü ortak bir hedef için kullanılmak üzere feda etme zorunluluğuna" karşı çıkarlar. Amaca yönelik bir ortaklığın yararlarını kabul eder, ancak duyarlılık gösterecekleri amaçların sadece kendi amaçları olmasında diretirler. Bunun etkisinin “özel ayrıcalıkları olan bir statü yaratmak olduğunu" gözlemliyor. İki soru hemen kendini gösteriyor: Böyle bir statüyü kim istemez? Ve bir kurumun neden böyle bir statü bağışlaması gereksin?

"Sadece bir meslek" ekolünün bir üyesi Duderstadt ve Keller'ın eleştirilerine katılma eğilimi gösterecek, ancak bir itirazda bulunacaktır: Pek çok şey kurumun doğasına ve büyüklüğüne bağlıdır. Eğer hedef eğitim ve bilim adamlığı çalışmalarını kolaylaştıracak koşulları yaratmaksa yönetim sorusu ahlaki ya da felsefi bir soru değil, ancak yararlı bir soru olacaktır. İşin yapılmasına yardımcı olan nedir?

Keller (2004) "ortak yönetimin" üniversite düzeyinde “giderek daha başarısız olduğunu" açıklıyor; ancak karşılıklı anlayış, karşılıklı saygı ve ruh zenginliğinin olduğu daha küçük kurumlarda son derece etkili biçimde işe yarayabileceğini" kabul ediyor.

Akademik Özgürlük ve Demokrasi

Akademik özgürlüğü demokrasinin gelişmesine bağlamak, onun savlarını desteklemenin bir yolu olarak görülebilir: “bakın, akademik özgürlük demokrasi için yararlıdır; nasıl ona karşı çıkılabilir ki?” Ancak "Sadece bir meslek" ekolü tam tersini savunacaktır: Akademik özgürlük demokrasiye katkıda bulunduğu varsayımıyla haklı gösterildiği andan başlayarak soru değişiyor, akademik özgürlüğün şu ya da bu uyarlamasının akademik çalışmaların yapılışını nasıl ilerleteceği olmaktan çıkıp akademik özgürlüğün şu ya da bu uyarlamasının demokrasi projesini nasıl ilerleteceği haline geliyor.

“Kamu yararı" ekolünün önde gelen sözcülerinden Robert Post'un (2012) “Demokrasi, Uzmanlık ve Akademik Özgürlük: Modern Devlet için Bir ilk Anayasa Değişikliği içtihatı” adlı son kitabında sorduğu soru da bu. Post'un kitabındaki sav başlığında yer alan ilk iki sözcük arasındaki dolaylı gerilimden kaynaklanıyor; demokrasi ve uzmanlık…  Eşitlik, işi uzmanlık üretmek olan disiplinlere yabancı bir kavramdır. Peşinde olduğunuz şey güvenilir ve otoriter bilgiyse onu biçimlendirme işini yapanlar, nitelikli olmalı ve profesyonel standartlara tabi tutulmalıdır.

J. Peter Byrne (1989) aynı görüşü dile getiriyor: "Demokratik değerler akademik özgürlükle gerilim içindedir, çünkü üniversitenin... akademik yeterlilikten başka standartlarla ölçülmesinde... diretirler".

Akademik özgürlüğe ilişkin bir halkla ilişkiler savı olarak bunun peşinden gitmek için çok neden var, “işe neden akademisyenlere diğer alanlarda çalışanların yararlanmadığı muafiyet ve ayrıcalıklar vermek” gerektiğini sorarak başladığımızı anımsayacaksınız. Post'un bir yanıtı var. Akademisyenler denetim ve müdahaleden muaf olmalı, çünkü demokrasinin gerektiği gibi işlev görmesi ancak onların ürettiği bilgi yurttaşlar için erişilebilir olursa olanaklıdır.  

Bununla birlikte "Sadece bir meslek" ekolünün üyeleri, biraz da akademik özgürlük ve akademik çalışmanın ortak yönetim gerektirdiği savına karşı çıkmalarına yol açan nedenle itiraz edecektir: “bürokrasi hangi biçimi alırsa alsın, akademik kararın bağımsızlığı korundukça üniversitenin merkezi görevi bilginin ileri götürülmesi yolunda gidebilir. Kısaca, ortak yönetim akademik projenin gerçekleştirilmesi için gerekli bir koşul değildir.

Akademik projenin gerçekleştirilmesi de demokrasinin gelişmesi için gerekli bir koşul değildir. Akademik uzmanlıkla üretilen bilgi, demokrasi projesine yardım edebilecek olsa da demokrasi projesi onsuz da başarılı olabilir. Bilgili yurttaşların oluşumuna katkıda bulunacak başka kaynaklar da söz konusudur; anne babalar, kiliseler, bağımsız kütüphaneler, siyasi tartışma grupları, gazeteler, yüksek düzey yayınlar, internet, devlet televizyonu, Ulusal Halk Radyosu, belgeseller, popüler kültür, özdeyişler, sağduyu.

Burada akla gelen sözcük elitizm. Mesaj, “akademisyen yoksa akıl da yok” ve Post (2012) tarafından bilinçaltına sunulan bu mesaj en sonunda “akademik seçkincilik” iddiasına, “akademisyenlerin sadece diğer insanlardan daha ehliyetli olmadığı, gerçekten daha iyi olduğu” fikrine yol açıyor. Akademik çalışmanın popüler görüşün esiri olmaması gerektiğini söylemek başka, popüler görüşün akademisyenler onu düzeltip daha iyi hale getirmedikçe kurtarılamaz olduğunu söylemek bambaşka. İlk cümle akademik çalışmanın dış kontrollerden bağımsız olması gerektiğini doğruluyor. İkincisi, akademisyenleri kültürel kurtarıcı statüsüne yükseltiyor.

Byrne de "dünya ve insanlar hakkında sokak köşelerinde ve televizyonda olası olmayan biçimlerde bilgili ve karmaşık iddialarda" bulundukları için “profesörlere diğer yurttaşlardan daha özgür ifade hakkı verilmesi gerektiğini" savunurken aynı şeyi yapar görünüyor. Hatta Byrne "yüksekokul ve üniversiteler dışında çoğu ifadeyi verimli hale getirecek yeterince kültürel kurumumuz olmadığını ekliyor. Akademisyenlere özel ifade ayrıcalıkları verin, diye sürüyor sav, yoksa bütün demokrasi projesi yokuş aşağı gidiyor. Bu kesinlikle bir iddia ve benim görüşüme göre, yarar sağlanamayacak bir iddia.

Ancak "akademik özgürlük demokrasi için gerekli" tezine yönelik başlıca itiraz, onun kibirli bir biçimde elitist olması değil (hiç kuşkusuz, öyle olsa da), akademik çalışmanın değerini bir başka girişim için verdiği hizmette görmenin bir diğer yolu olması. “Demokrasi için yararlı" daha çekici olmakla birlikte "devletin bilançosu için yararlı" ya da "karakterin biçimlendirilmesi için yararlı"nın sadece bir diğer uyarlaması. İma edilen, eğer akademik çalışma ve onu gerektiği gibi yapma özgürlüğü savunulacaksa savunma ölçütünün bir başka yerden gelecek olması.

Akademik çalışmanın diğer girişimlere bir katkıda bulunduğu doğru olabilir, ancak akademisyenlerin onunla ilgilenmesinin gerekçesi bu değildir. Şöyle ki, akademisyenler demokrasiye katkı sağlamak, ekonomiyi geliştirmeye yardımcı olmak ya da iyi yurttaşlar yetiştirmek için yola çıkmazlar; bu şeyler bilinmeyen nedenlerle olabilir, ancak amaç onları başarmak değildir. Amaç nereye varacak olursa olsun entelektüel yollarda ilerlemek, genel-geçer bilgiye meydan okumak, analitik beceriler kazandırmak, analiz sistemleri kurmak, hipotezleri formüle etmek ve test etmektir. Bütün bu şeyleri yaparken amaçlanmamış, ancak arzu edilebilir sonuçlar ortaya çıkabilir, ancak bu sonuçlar göz önüne alınmamış oldukları bir faaliyet savunulurken kanıt olarak sunulamazlar.

Savunma akademik özgürlüğe ilişkin çoğu tartışmanın başladığı ve bittiği yerdir; apaçık bir nedenle: Akademik özgürlük talebi öylesine sıradışıdır ki güçlü kanıtlar gösterilmelidir ve güçlü kanıtlar göstermek, akademisyen olmayanları akademik ayrıcalıkların anlamlı olduğuna ikna etme çabasıyla, her zaman akademik faaliyet çevrelerinin dışına çıkmayı gerektirir.

 

Post'unki ya da Byrne'ninki gibi bir sav bunda başarılı olur, ancak akademik özgürlüğün iç savunmasını, görevin diğer görevlere olan katkısından çok kendi doğasından kaynaklanan savunmayı terk etmekle sonuçlanır. Akademik özgürlüğün iç savunması "Sadece bir meslek" ekolünün sunabildiği tek şeydir; bu bir meslek ve bunlar onu gerektiği gibi yapabilmemiz için gereksediğimiz koşullar. Ancak bu savunmanın minimalizmi bir yasa yapıcı, iş adamı ya da vergi mükellefi "Evet, senin için neden iyi olduğunu anlıyorum da benim için neden iyi?" diye sorduğunda söyleyecek hiçbir şeyinizin olmaması pahasına elde edilmiş bir minimalizm.

 

"Sadece bir meslek" ekolünün bu soruya yanıt vermekteki yetersizliği -gerçekte isteksizlik- onun hem en zayıf hem de en güçlü yönü. En zayıf yönü, çünkü daha başlamadan halkla ilişkiler görevinden vazgeçiyor; en güçlü yönü, çünkü kamusal/siyasi savunma zorluğunu reddederek akademisyenlerin yaptığı işin bağımsız değerini tekrar onaylıyor ve işlerini özgürce yapmalarına izin veren, bütünüyle içsel olması nedeniyle güvenli, bir savunma sağlıyor.

AKADEMİK SEÇKİNCİLİK VE KAMU PERSONELİ YASASI

…Urofsky davası “akademik özgürlüğün kurumsal gözetimden kaçınma hakkıyla eşanlamlı olmadığı dersini veriyor, ilk Anayasa Değişikliği altında, hiçbir profesör... profesyonel gündemi işverenininkiyle çeliştiği zaman... görev sözleşmesindeki kısıtlamalara bakılmaksızın kendi başına bağımsız değildir"  diye devam ediyor Landry. Yargıç Wilkins tarafından arada dile getirilen bir görüşü temel alıyor: “Akademik özgürlük yasal değil, mesleki bir normdur". Şöyle ki, mahkemelerde ve hukuki makalelerde akademik özgürlüğe birçok kez değinilse de akademik özgürlüğün hukukta önemli bir yeri yoktur. Herhangi bir diğer grup çalışan gibi, akademisyenlerin de en üst düzeyde hareket özgürlüğü sağlayan çalışma koşullarını istemeleri kesinlikle akla uygundur, ancak bu isteğin gerçekleştirilmesi bir hukuk ya da anayasal hak meselesi değildir, sözleşme ya da disiplin geleneği meselesidir.

Urofsky davasının verdiği ders budur. Haklarınızı pazarlık masasında ya da akademik senatoda kazanın, anayasa hukukunun soyut alanında değil. Landry bunun birçok akademisyenin almamakta direneceği bir ders olduğunu biliyor: “Kimi akademisyenler profesörlerin diğer çalışanlardan daha fazla' anayasal hakka sahip olduğuna gerçekten inanırken, Urofsky... bu görüşü çarpıcı biçimde reddederek profesörlerin ifade özgürlüğüyle hizmetlilerin ifade özgürlüğü arasındaki seviye farkını gidermeye dikkat ediyor".

SON NOKTA

Birçok okurun soruyor olacağı bir diğer soruyu ele almadan bitiremem.

Akademinin ve akademik özgürlüğün, dar bir biçimde, profesyonel meslek birliği düzeyinde anlatımı, soylu bir insan girişimini önemsizleştirmiyor mu?

Biz akademisyenler için sadece bağımsızlığımızı korumak ve girişimin doğruluğunu sürdürmek dışında -doğrulukla fildişi kule saflığını kastediyorum- yapacak çok şey yok mu? Gerçek bir entelektüelin profesyonel değil, "amatör olduğunda" direten Edward Said (1994) haklı değil mi:

"Toplumun düşünen ve duyarlı bir üyesi olmak için kişinin en teknik, en profesyonelleşmiş faaliyetlerin merkezinde bile olsa ahlaki meseleleri ortaya koymak zorunda olduğunu düşünen bir amatör; çünkü bu kişinin ülkesini, onun gücünü, diğer toplumlarla olduğu kadar kendi yurttaşlarıyla da olan etkileşimindeki tarzını ilgilendirir".

Yaptığımız şeyin sosyal bir değeri yok mu ve kendimizi bu değere göre açıklıyor olmamız gerekmiyor mu?

Gördüğümüz gibi, bu sorulara Robert Post ve akademik özgürlükle demokrasinin büyüyüp gelişmesi arasında güçlü bir ilişki olduğunu iddia eden diğerleri tarafından verilmiş bir yanıt var. J. Peter Byrne (2009) şu sözleriyle bu gruba giriyor:

"Fish yükseköğretimin sosyal değerini reddederek ve finansal, ahlaki ve siyasi desteğine bağlı olduğu demokratik bir toplumda bunun yerleşmiş olduğu gerçeğini dikkate almayarak "yükseköğretim konusunda güçsüz bir savunma ortaya koyuyor".

 

Bu desteği vermiş olan toplum doğal olarak karşılığında bir şey bekler, diye açıklıyor Byrne: Akademinin sağlığı ve hayatta kalma yeteneği, halkın "öğretim üyelerine profesyonel özgürlüklerini vermenin değerli bilgiler ve daha iyi hazırlanmış bir yurttaşlıkla sonuçlanacağına" inanmasına dayanıyor. Byrne, sonuçta "eğer akademik çalışmaların yaşamın daha büyük kaygılarıyla hiçbir ilişkisi yoksa bir mütevelli heyeti, vergi mükellefi ya da anne baba neden onları sürdürecek kaynakları sağlasın?" diye soruyor.

Gerçekten, neden!  

Kültür Sayfası

bottom of page