1970 Sonrası DİB
Derin Tarih dergisinin 2017 Eylül sayısından kısaltılarak alınmıştır. (Prof.Dr. Mehmet Çelik)
Lütfi Doğan’ın 1972 yılında siyasete atılmak için (MSP’den Erzurum Senatörü seçildi) görevinden ayrılmasının akabinde CHP-MSP koalisyonunda bu makama Ankara İlahiyat’ta öğretim görevlisi olan Dr. Lütfi Doğan’ın getirildiğini görüyoruz.
Diyanet yurt dışına açılıyor
Dr. Doğan, CHP tarafından bu makama getirilmesine rağmen teşkilatı ve halkı rahatsız edecek herhangi bir tasarrufta bulunmadı. Ondan sonra Diyanet’te akademisyen başkanlar dönemi başladı. Bunlar Doç.Dr. Süleyman Ateş (28.07.1976 -07.02.1978), Dr. Tayyar Altıkulaç (09.02.1978 10.11.1986, şu anda Prof. Dr.), Prof. Dr. Mustafa Said Yazıcıoğlu (17.06.1987 02.01.1992)’dur.
Bu, Diyanetin siyasî baskılardan kurtulduğu, şahsiyetini bulduğu bir dönemdir.
Turgut Özal’a kadar Türkiye her açıdan dünyaya kapalı bir ülkeydi. Diyanet açısından da böyleydi. Beş milyona yakın vatandaşımız yurt dışında yaşıyordu ve bunların dinî ihtiyaçlarını devlet akima bile getirmemişti. “Bu gurbetçiler Cuma ve bayram namazlarını nerede kılacak, cenazelerini nasıl kaldıracak?” gibi sorular devleti yönetenlerin hiç gündemine gelmemişti. Bu boşluğu cemaatler doldurmaya başladıysa da bir süre sonra rekabet yüzünden birbirlerine hasım oldular.
Rahmetli Özal bunu gördü. Onun desteğiyle Diyanet dışarıya açıldı. Özellikle Altıkulaç ve Yazıcıoğlu’nun çabaları takdire şayandır.
Özal’ın vefatından sonra Demirel cumhurbaşkanı oldu ve Refah-Yol Hükümeti’yle 28 Şubat süreci başladı. 28 Şubatçılar tarafından bu makama Çankaya İlçesi eski müftüsü Mehmet Nuri Yılmaz getirildi. Yılmaz, 28 Şubatçılarla kelimenin tam anlamıyla son derece “uyumlu” çalıştı.
Onların irtica ile mücadele program ve uygulamalarına destek verdi. Başörtüsü meselesinde, İmam-hatip okullarının kapatılmasında, İlahiyat fakültelerinin kontenjanlarının azaltılmasındaki duruşu ve tavrı mütedeyyin kitleleri derinden yaraladı.
Diyanet İşleri Başkanlığına danışman yapılan emekli Albay Kalelioğlu, 28 Şubatçılar adına dinî hizmetleri hem denetliyor hem de sık sık müftüleri toplayarak onlara talimatlar yağdırıyordu. Yine bu dönemde “merkezî hutbe” ve “merkezî vaaz” uygulamasına geçildi.
Tayyip Erdoğan’ın, Özal’ın bıraktığı yerden Türkiye’yi dış dünyaya entegre etmede hamle üzerine hamle yaptığı dönemde, Diyanet de gerek Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, gerekse halefi Prof. Dr. Mehmet Görmez döneminde (2010-17) bu entegrasyona takdire şayan şekilde ayak uydurdu. Avrupa’dan sonra Afrika, Avustralya ve Amerika’ya... kısaca dünyanın dört bir tarafına hizmet götürdüler.
Prof.Dr.İsmail Kara'nın Din ile Devlet Arasında Sıkışmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı (M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi 18-2000) adlı makalesinden alınmıştır.
Başkanlar açısından Diyanet İşleri Başkanlığı’nı değerlendirmeyi bitirirken, önem atfedilebilecek iki ayrıntıya da işaret edelim. Bunlardan biri Tayyar Altıkulaç’la birlikte Diyanet İşleri başkanı olan kişinin sakal bırakma geleneğinin ortadan kalkması, diğeri de Dr. Lütfi Doğan’la birlikte başlayan ilâhiyat alanında akademisyen birinin başkanlığa getirilmesi temayülünün Mehmet Nuri Yılmaz’ın tayiniyle terk edilmesidir.
Derin Tarih dergisinin 2017 Eylül sayısından kısaltılarak alınmıştır. (Hasan Aksay)
Bakanlığı süresince görev yapan Diyanet İşleri Başkanları ile ilgili bilinmeyen ayrıntılar
O dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı sizin bakanlığınıza bağlıydı. Diyanet İşleri Başkanlarıyla ilişkiniz nasıldı?
Diyanet İşleri Başkanlığı siyasî otoriteden bağımsız pozisyon alamaz. Siyasî irade neyi istiyorsa onu yapmakla yükümlüdür. Bağımsızlığı maalesef yoktur. Bizim gayemiz her daim Müslümanların haklarının korunmasıydı. Masonların dediğini yapan isimlerle problemler yaşadığımız oldu. O zamanın Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’ı değiştirmek için çok uğraştım. Tabii cahilliğimiz de var. Hoca’ya dedik ki: “Sizin yerinizde sakallı, dışarıdan bakıldığında daha heybetli görünen biri olsa...”
O da “Beraber çalışalım, her şeyi dediğin gibi yaparız” diye karşılık verdi. Biz değiştirmek için uğraştık. İtiraz etti. Benim dediğimin tersini yaptı. Burada ismini vermek istemediğim fakat herke-sin yakından tanıdığı bir ilin müftüsüne “Gel, reis sen ol” dedim. “Olurum fakat gençliğimden beri kendime verdiğim bir söz var. Mutlaka bir camide Cuma vaazını ben vereceğim.
Bunu yapmak isterim” dedi. Bunun üzerine arkadaşlarıma şöyle söylediğimi hatırlıyorum: “Biz adama memleketin hutbe ve vaazlarını sen hazırla diyoruz, o yerellikten kurtulamamış. İlla ben vaaz edeceğim diyor.” Bu gibi sebeplerden ötürü istediğim isimleri reis yapamadım.
Onun ardından Diyanet Başkanı olan zat (Dr. Lütfi Doğan) okuldan hocamdı, onunla çok büyük problemler yaşamadık.
Süleyman Ateş’in Diyanet İşleri Başkanlığı’na gelişinde sizin isminiz anılıyor.
Yeni isim arayışındaydık. Fakat kimi önersem Süleyman Demirel o ismi veto ediyordu. Bir gün meclis grubun-da arkadaşlarla konuşurken, “Süleyman Ateş’i önersen hepimiz kabul ederiz, ne diye diğer isimler konusunda inat ediyorsun?” dediler. Ben de Ateş’i önerdim, herkes kabul etti. Onun öncesinde de Süleyman Hoca’dan reisliği istediğine dair işareti almıştık. Eğer bakanlığınız bünyesinde bir makamda boşluk oluşmuşsa kimin koltuğu istediğini hissederseniz. Burada da öyle oldu. O da arkadaşımızdı sonuçta, okuldan tanırdık birbirimizi.
Necmettin Erbakan ile Süleyman Ateş’in arası nasıldı?
Gayet iyiydi. Erbakan Hoca kendi sözünü dinleyen adamları severdi. Süleyman Hoca her ne kadar tedirgin bir zat olsa da Hoca’nın sözünden çıkmazdı. Bu tedirginlikle ilgili bir hatıramı paylaşmak istiyorum: Muhammed Ali’nin Türkiye ziyareti sırasında Süleyman Ateş bir program getirdi. Bir baktım, Anıtkabir ziyaret adresleri arasında yer alıyor. Ne alakası var kardeşim? diye sinirlendim. O da Genelkurmay’dan böyle bir talep geldiğini belirtti. Bir kez değiştirmesini teklif ettim, yapmadı.
Ben de aldım programı, Anıtkabir kısmını çıkardım. Süleyman Hoca’ya da dedim ki: “Sana bunu söyleyen adama git söyle, bakan bey böyle uygun gördü de.” Bizim neslimizin Müslümanları maalesef çekingen ve korkaktı. Özellikle askerlerden çekinirlerdi. Ben en genç milletvekili olarak meclise girdiğimden dolayı biraz daha cesaretliydim. Ragıp Gümüşpala’nın bendenizi her daim desteklemesi de bu sebeple olmuştur.
Tayyar Altıkulaç’ın Başkanlığı devrinde Erbakan Hoca ile sorunlar yaşadığı iddia ediliyor. Hoca’ya yakın biri olarak cevaplarsanız seviniriz. Bunlar ne kadar doğru?
Evet, başkanlığı döneminde Tayyar Altıkulaç, Erbakan Hoca ile büyük sorunlar yaşamıştır. Aslında MSP hareketinden gelen herkesle sorun yaşadı Tayyar Bey. Diyanet İşleri bünyesinde çalışan MSP kökenli isimlere baskılar yapmıştır. Çok şikâyet gelirdi partililerden. Sebebini bilmiyorum ama o her zaman Demirel ve arkadaşlarına yakın olmuştur. Değiştirmek için çok uğraştık Tayyar Bey’i.
Hoca, “Derhal göndermeliyiz” derdi. Ama başaramadık. Bir ara din eğitim genel müdürü yaptılar, orada da görev yapmasını istemedi Erbakan Hoca. Hasta diye Londra’ya gönderdi. Demirel, “Hoca, adam hasta, bırak görevden almayalım. Sana ne zararı var?” derdi.
28 Şubat sürecinde birçok icraatı tartışılan Mehmet Nuri Yılmaz’ı soralım son olarak.
Kendisini tanırım. O dönemki icraatlarını onaylamak elbette mümkün değil. Fakat tek suçlunun o olduğu kanaatinde değilim. Diyanet İşleri Başkanlığı adeta bir uygulama merkezidir. Resmî politikalar ne söylüyorsa o yapılır. Aksi olduğu takdirde zaten çalışamazsınız. Minarelerden Türkçe ezan okunurken de bu ülkede Diyanet Reisleri vardı! Ne yapabildiler? O yüzden siyasî otoriteden bağımsız politika izleyemezler. Mehmet Nuri Yılmaz da öyle yaptı. Herkesin bindiği trene binmeyi tercih etti. Başkası olsa farklı mı olurdu? Sanmıyorum. Başörtülü öğrenciler dinî inançları yüzünden üniversitelere alınmazken, Fransa’da bir Yahudi öğrenci Cumartesi günü yapılan sınava katılamadığı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açmış ve o öğrenci için ayrı bir sınav yapılmasına karar vermişti mahkeme. Peki başörtüsüne neden sessiz kaldı? Çünkü mağdur olanlar Müslümanlardı. Müslümanlar mağdursa kimsenin sesi çıkmaz.